İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Orhan Veli’nin yazdığı büyülü mısraları sessizce kendi kendime okudum. Karşımdaki manzara beni benden almıştı. Boğazın eşsiz güzelliğine kapılmış yolculuk yapıyordum. Boğazın narin gerdanlığı köprüden geçen arabalar, Anadolu Yakasının sessizliği, yatlar ve vapurlardan gözlerimi alamıyordum. Huzurla raks edip kahvemi yudumlarken bir soruyla ilkeldim. ”Neden İskender Paydaşı programına davet etmedin?” diye sordu Mahiye hanım. Evet değerli okurlarım, bu hafta ki yazımı İstanbul’un en güzel muhitlerinden biri olan Emirgan’da yazdım. Çok sevdiğim iki güzel insanın ilham vermesiyle bazı konulara değinme kararı aldım. Hasan Şamdancı ve Mahiye Şamdancı evlerinde beni konuk ettiler. Prizren’in Terzi Mahallesinde dünyaya gelen Hasan Şamdancı ile kahvemizi yudumlarken Sancaklı Yeni Pazar kızı olan Mahiye hanımın sorduğu soru aslında birçok konuyu hatırlattı. Sahi ya, neden İskender Paydaş benim hiç konuğum olmadı? Peki ya Emel Sayın, Peki Yeşim Salkım, Candan Erçetin. Hâlbuki saydığım isimlerin hepsi ve daha fazlası Balkan kökenli sanatçılar. Mahiye hanımın elleriyle yapmış olduğu böreği yerken beynimde çizdiğim gökyüzündeki bulutların her birine farklı bir terim yerleştirdim ‘’Göçmen-Muhacir-Haymatlos-Gelen-Giden-Kalan-Bekleyen’’. 1800’lü yıllarda gelenler, Birinci Balkan Harbiyle Gelenler, İkinci Balkan Harbiyle gelenler, sürülenler, zorunlu göçe tabi tutulanlar, centilmenlik anlaşmaları adı altında evlerinden yurtlarından olanlar ve diğerleri. Belki de hepsini bir arada düşündüğümüzde milyonlarca Rumeli Balkan göçmenini oluşuyor.
Bu yazımdan tam iki yazı önce ne kadar çok ama ne kadar sessiz bir kalabalık olduğumuzdan bahsetmiştim. Ve o günden bu güne aldığım e-posta, mesaj ve yorumlardan şunu anladım. Biz çok nitelikli bir kalabalığız fakat tek eksiğimiz ”AMBALAJ”. Bir coğrafya düşünün ki diller, dinler ve kültürler birbirinden farklı olsun. Ve o coğrafyada gözyaşlarının renginin olmadığı gibi sevginin de rengi olmasın. Babaları birbirini öldürürken tahtadan yaptıkları kılıçlarla eğlenen çocukları düşünün. Bırakın farklı dilleri ortak dil olan Türkçe bile her 20 kilometrede değişen bir yarımada düşünün. Köyünden kasabasına, şehrinden beldesine değişik insanların ana yurda geldiğini düşünün. Düşündüğünüz bu coğrafya elimizden gitmiş. Orada kalan kalmış, gelen gelmiş. Kimisi önce gelmiş, kimisi ise bu gün sen bu yazıyı okurken daha yeni yola çıkmış ama hasret çekilen topraklar diye anılmış durmuş. Kimisi Samsun’a yerleşmiş kimisi Erzurum’a. Kimisi Ankara’yı mesken tutmuş kimisi Bursa’yı. Trakya’dan Ege’ye, Anadolu’dan İstanbul’a kadar dört bir köşeye dağılmış oradan gelen halklar. Bugün biz Balkanlarda iki mahalleyi bir araya getiremezken bu toplumların bir arada olamamasından şikâyetçiyiz. Aslında kendimize haksızlık ediyoruz. Biz Balkanlıyız, muhaciriz, göçmeniz demekle bile büyük bir iş başarıyoruz. Tek eksiğimiz ambalaj.
Herkes aynı olamaz. Toplumda seni temsil edenler kadar kalitelisin. Ayşe Kulin, Suzan Kardeş, Filiz Ahmet, Zerrin Abas, Gamze Matracı gibi değerlerinin sayısı arttıkça değerlenirsin. Bireysel baktığımız zaman muhteşem değerlerimiz var fakat bizim bu değerlere ulaşacak ambalajımız maalesef yok. Eğer ”Rumeli Göçmenleri Birbirlerini Tutmuyor” cümlesini söylüyorsak en başta kendimizi düzeltmeyle işe başlamamız gerekir. Bir toplum temsil edildiği gibidir. Hata yapanlar da çıkar illa. Mesela Balkanlardan şarkıları araklayıp kendi adına para kazanmak için kayıt altına almak başarı değil düpedüz hırsızlıktır. Başkasının emeğini kendi emeğin gibi göstermek ahlak dışıdır. Onları biz affederiz ama tarih affetmez. Bizi bir araya toplayacak mercilerin kalitesi bizim kalitemizdir. Ulusal alanda tanınan sanatçıları ve değerleri ağırlayabilecek kalitede Televizyon ve Radyo’nun olması en büyük önceliğimiz olmalıdır. Yok mu? Var! Ama ne kadar yeterli? Balkanları bilen, o kültürden anlayan, ahlaklı ve bu topluma kendini adamış insanlardan oluşan kadroların kurulması gerekiyor, dergiler, internet siteleri ve gazetelerin oluşması bizi birleştirir ve yüceltir. Değer görmek için değer vermek gerek. İnsan kendi değerini ise ilk başta kendine değer vermekle belirler. Kendimize değer verelim ve bize yakışanı yapalım. Medya sektöründen konser kültürüne bölgesel değil ulusal düşünceyi geleceğe hedef koyalım. Büyük stüdyolarda muhteşem Balkan programları, Harbiye açık havada Balkan konserleri, birbirinden değerli yazarların oluşturduğu Balkan mecmuaları gibi düşünceler sadece bir hayal olamaz. Ambalaja aldanmayın derler ya. Olay bizde tam tersi akmış. Bizim özümüz çok güçlü, içimiz çok dolu, kalitemize laf söyleyemezler ama tek eksiğimiz ambalaj. Velhasıl ben tüm bu yazdıklarımı o gün Mahiye hanıma anlatamadım ama o bana gözleriyle eşi Hasan Bey ise ses tonuyla çok güzel bir mesaj verdiler. Tıpkı Mevlana’nın dediği gibi:
Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim;
Bugün ise bilgiliyim, kendimi değiştirdim.