Sabahın erken saatleriydi. Evden bir an önce çıkıp randevu aldığım vakte riayet etmem gerekiyordu. Çünkü büyüklerimizden böyle öğrenmiştik. Bende öyle yaptım ancak, elde olmayan nedenlerden otobüsü kaçırınca on beş dakika geciktim. Sonunda yetişip sıramı alıp bekleme kervanına katıldım. Beklemem çok uzun sürmedi. İşimi halledip hemen evin yolunu tuttum. Yol boyunca biraz tembellik yaparak dilime takılan şu mısralarla oyalandım. Bir parantez lütfen! Şimdi bu yazıyı okuyorsanız, neden randevu aldım ve işim neydi diye merak etmişsinizdir. Fuzuli işler işte bilirsimiz, her gün gölgemi kovalıyorum İstanbul’da…
Lütfen dikkatinizi buna vermeyiniz!
Zaten zamanınızı alıyorum.
“…Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan
Dalları sormuyorum dallardan daha iyi
Yüzümü istiyorum bir süvari alayından
Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan…” (Edip Cansever – Ben bu kadar değilim)
Ve okumaya devam ederek nihayet evin kapısına gelmiştim. Ancak bir şey vardı, nazar-ı dikkatimi celbeden, kapıdaki kitap okuyan güvenlik. Sessizce yanından geçip az ilerde durdum. Sonra başını kaldırıp bana baktı. Bende şöyle bir sual yönelttim kendilerine: “ kitap okuyan birini görseniz” kelama nasıl başlar, ilk önce ne sorardınız?
Bana cevaben ‘ilk önce selam verir ne okuyorsunuz diye sorardım.’ Dedi.
Bir iki saniye bekledikten sonra bana dönüp peki ya siz nasıl söze başlardınız diye sordu. Ben de zaten bunu sormasını istiyordum.
Ben olsam söze şöyle başlardım. İlk önce “Afiyet Olsun Efendi” derdim. Çünkü okumak yeme, içme gibi hatta daha önemli bir ihtiyaçtır. Okumayı ihtiyaç haline getirmezseniz, midenizi doyurursunuz ama ruhunuz hep aç kalır. Ve bir kişi bile olamazsınız yalnızlıktan.