“Gelenektir, adettendir, bizde böyle” ile cevaplanan nice soru biriktirmişizdir eskiden beri. Balkanlar’da gelenekler milletlerin vazgeçilmez kavramlarıdır. Belki de her zaman bir “diğeri” ile beraber yaşamanın getirdiği zorunluluktan da kaynaklanmış olabilir. Aradaki farkı belirtmek için, sınırları çizmek için, kendi kültürünü, töreni, adetlerini korumak için daha da iç içe yaşamıştır gelenekler. Bazen de gelenekler neredeyse dinleştirilmiş, yapılmazsa “günah”, “elalemin diline düşmek” şekline bürünmüştür. Tabii zamanla, özellikle son yıllarda daha bir elastik yapıya sahip olmuş ya da tamamen kaybolmuş birçok gelenek vardır. Özellikle yaşanan savaşlardan sonra, teknolojinin ilerlemesiyle, bazı geleneklerden çok eğitime önem verilmesini söyleyen ilim adamlarının çokluğundan sonra olmuştur.
Rumeli genelde ihtişamlı düğünler ile bilinir. Elbette bu birçok yönden gençleri zorlar hale geldi. İsraftan kaçınmak mı, gelenekleri terk etmek mi, bu iki soru arasında kalanlar, biraz ondan biraz bundan yapmaya çalışırken ortaya formaliteden yapılan bazı adetler türedi. Birileri yapmayınca, “o yapmadı, ben niye yapayım” yaklaşımıyla diğerine de yol oldu. İşte böyle böyle, insanlar işlerine gelince adettendir, işlerine gelmeyince de, “biz onları aştık” demeye başladılar. Bu sefer bir üst kuşak alınganlık yapar oldu. Orta yaşların henüz başında olmama rağmen, bazen kendimi “bizim zamanımızda” derken bulduğumda vakit mi hızlı geçti, yoksa zaman mı hızla değişti diye de sormadan edemiyorum. Ya da “bunlar yapmıyorsa ben niye yaptım” diyerek kendime kızdığım da oluyor. Aslında geriye bakıp düşündüğümde, gereksiz ve gençleri zorlayan ne varsa hepsine karşı olduğumu hatırlıyorum. Demek ki, bu yaklaşımın başını bizler çekmişiz. Diğer yandan geleneklerin unutulması taraftarı da değilim. Arada kalmışların hikayesi de bu oluyor zannımca.
Bana bunları düşündüren Prizren sokaklarında gezerken ağaçlara sarılmış, eskiden her genç kızın çeyizinde olan örgülü yastıkların motifleri oldu. Kim bilir ne heyecanla örülmüş, kışın odaları süsleyecek olan şimdi ise ağaçların gövdesini süsleyen yün iplikli yastıklar. Demek ki artık görevleri sona ermişti. O ağaçları izlerken hatıralarım canlandı yine. Kosova’da savaşın yoğun olduğu 1999 yılında Üsküp’e gelip mülteci olarak kamplarda kalırlar veya uzun zaman görmedikleri akraba evlerinde kalırlardı. Hatta evimizin önünde park edilmiş Kosova plakalı bir arabanın içinde kalan bir aileyi eve alıp aylarca beraber paylaştığımız yemekleri ve onların gözlerindeki o umutsuzluk ve savaşın korkusunu hatırladım.
Bir daha evlerine geri dönmeyenler de oldu, bir kısmı Avrupa ya da Amerika yolunu tuttu. Çoğu da NATO’nun ülkeye girmesinden sonra evlerine döndü. NATO’ya ait tanklar, askerler, kamyonlar Kosova’ya girmeden önce Üsküp’ün meşhur Plastikçiler Caddesi’nden geçerken misafir ettiğimiz aileler, onlarla beraber bizler de caddenin kenarına koşmuş onlara el sallarken, arada NATO’nun Türk askerleri de geçiyordu. Yıllar sonra Türk askerinin yeniden bu toprakların üzerinden geçmesini, Türk gençleri çiçek atarak gözyaşlarıyla karşıladı. Duygulu bir andı tabi. Sonra ülkeye geri dönüşler başladı. Yıkılan evler yeniden yapılmaya, kurşun izleri duvarlardan silinmeye başladı.
Nişanlısı savaşta ölen, eşi şehit olan, ya da birçok kadının bile öldürüldüğü o savaşın ardından insanlar evlerini terk etmiş, ellerinde ne varsa komşu ülke olan Makedonya’da satmaya başlamıştı. Kapı zilimiz çaldı, kapıyı açtım, Arnavut yaşlı bir kadın elinde bir torbayla bir şeyler satıyordu. Torbasını açtı, içinden fisto işlemeli yorgan örtüsü, çarşaf, yastık, önlük gibi çeyizlik eşyalar çıktı. Belli ki son çare onları satmak olmuştu, daha on sekiz yaşındaydım, bir anda aklıma annemin “eline bir iğne iplik al, çeyiz çerez gibidir, boş durma, okusan da el kapısı çeyizine bakar” meşhur cümlesi geldi. O dönemde genç kızlar düğünden bir hafta önce çeyizlerini yıkar, kolalar, ütüler odalara sererdi. Tüm tanıdıklar bir sergiye gider gibi ziyarete gelir, herkese duyurulur, konu komşu, tanıdık tanımadık eve gelir, odaları gezerdi. Öyle böyle bir sergi değil, eleştirmenleri de vardı, kopya çekenler de vardı. Aynısı zaten bende de var diyen bekâr kızlar, eli güzelmiş, marifetliymiş diyen kadınlar ile bir hafta boyunca muhabbeti yapılırdı.
Hemen annemi çağırdım, “işte anneciğim, hem sevap hem de çeyizlik sana” dedim. Bir sıfır öndeydim, fisto takımı tamam. Annemin yıllardır sakladığı kendi çeyizlikleri, babaannelerin yardımı, yün örgüler, duvara asılan goblenler, dantel örüp evin bütçesine katkı sağlayanlar da vardı. Tabii bir de annemin terziliği, bulduğu her malzemeden bir şey icat eden ruhunu da unutmamak gerek. Ancak yıllarca süren savaşlar, ülkelerin ekonomik krizlerinin en yoğun dönemini yaşıyordu. Böyle gösterişler de zamanla anlamsızlaşıyor, kimsenin göz hakkına girmek istemiyor insan. Derken bu gelenek yavaş yavaş terk ediliyordu artık. Şimdiki evlerde zaten çoğu kullanılmıyor “vintage” sevenler dışında.
Yıl 2001, Makedonya karışmaya başladı, iç savaşın eşiğindeyiz, üniversitede sınavlarım var, gündüz sınava gidiyor, akşam da tedirgin bir bekleyişle haberleri izliyoruz. Eski evin sofalığında bodrum gibi bir yer vardı. Annem eski fotoğrafları, kahve takımlarını, o dönem Hırvatistan’ın meşhur kristal vazolarını, çeyizlik ne varsa hepsini poşetleyip evin altına gömüyordu. Yanına gittim, siyah beyaz fotoğraflara bakarak, “bunları da mı gömeceksin” diye sordum. “Onlar mazimiz, onlar da değerli” dedi.
Ne olacağı belli değildi, Türkiye’den akrabalarımız her gün arıyor, haberler biraz da abartılı yansıyordu oraya “daha ne bekliyorsunuz, haydi gelin” diyorlardı. Ben inadına sınavlarıma çalışıyorum, nitekim birkaç ay sonra Ohri Barış Anlaşması imzalanarak savaştan kurtuluyoruz. Yavaş yavaş birçok gelenek de anlamsızlaşıyor. Can derdi, geçim sıkıntısına baskın geliyor. Savaşlardan sonra gençler eğitime daha çok önem vermeye başlıyor. Hakları ellerinden alınanlar bu sefer kendi haklarını korumaya çalıyor. İşte şimdi el emeği göz nuru işlemeler ya ağaçları süslüyor ya da antikacılarda satılıyor. Savaştan kurtulan çeyizlik işlemelerin çoğu dolaplarda saklanıyor artık, eskiden bir hatıra olarak…