Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı gazeteci yazar Taha Kılınç sonu gerçekleştirdiği Batı Trakya-Balkan seyahati notlarını kaleme aldı. Kılınç’ın Dimetoka’dan Yanya’ya “Dimetoka’dan Yanya’ya”başlıklı yazısını ilgilerinize sunuyoruz.
Ketebe Yayınları için hazırladığım “Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez” isimli yeni kitabın çalışmalarıyla geçen bir aylık yoğun tempolu sürecin ardından, şöyle Batı Trakya ve Balkanlara doğru uzanıp biraz dinlenmek istedim.
Kafa yorgunluğunu uzun mesafe seyahatle atmayı çok sevdiğim için, ev halkından da müsaade alarak, yalnız başıma arabayla yola çıktım. Ayrıntılara odaklı bir seyahat planladığımdan, yalnız başına olmak, hızlı hareket etmek ve görmek istediğim her yere rahatça uğrayabilmek açısından önemliydi.
Cuma sabahı Edirne’den hudut dışına çıktığımda, henüz güneş doğmamıştı. Havanın serinliğinde ve bomboş yollarda hızlıca ilerleyerek, Dimetoka’ya ulaştım. 1361’de Osmanlı hâkimiyetine giren bu şirin kasaba, Edirne’nin fethine kadar Osmanlı padişahlarının zaman zaman ikamet ettiği bir yerdi. Yıldırım Bâyezid’in inşasını emrettiği, daha sonra oğlu Çelebi Mehmed döneminde tamamlanan cami, Dimetoka’daki en önemli Osmanlı eseri. Ne yazık ki yakın zamanlarda bir yangın geçiren cami, uç kısmı yıkılmış minaresine ve çökmüş kubbesine rağmen, hâlâ ihtişamını korumaya devam ediyor. Osmanlı döneminde sürgün yeri olarak da bilinen Dimetoka, oğlu Yavuz Selim tarafından tahttan indirildikten sonra Sultan İkinci Bâyezid’in “emekliliğini” geçirmek istediği yerdi. Ne var ki, ecel onu yolda yakalamıştı.
Dimetoka’da ‘teşehhüt miktarı’ kaldıktan sonra, Dedeağaç’a doğru devam ettim. Yunanca adıyla “Aleksandropolis” olarak bilinen Dedeağaç, güzel bir tatil kasabası. Nüfus Yunan ağırlıklı olduğundan, Türk-Müslüman kültürünün izlerini sokaklarda görmek oldukça zor.
Yunanca’da “Komotini” ve “Xanthi” (Ktsanti) isimleriyle geçen Gümülcine ve İskeçe ise, İslâm’ın mührünün hâlâ hissedildiği şehirler. Cuma öğleden önce epey vakit geçirdiğim bu iki güzel şehirde, Müslümanlığın -her şeye rağmen- yaşadığını görmemek mümkün değil. İskeçe’de özellikle mahalle aralarına ve eski kısımdaki dar sokaklara doğru ilerledikçe, şehrin aynı zamanda mimari açıdan da sıra dışı olduğunu görüyorsunuz.
Cuma namazında, İskeçe’nin uzak dağ köylerinden Gökçepınar’daydım. Köydeki şirin caminin imamı, üniversitede birlikte okuduğumuz kardeşim Erkan Azizoğlu, namazdan önce beni karşısında görünce haliyle epey şaşırdı. Zahmete girmesini istemediğim için kendisine önceden haber vermemiştim, “ya nasip” diyerek köye gelmiştim. Bir zamanlar İslâm toprağı olan bir beldede şimdi azınlık durumuna düşmüş kardeşlerimle aynı safta kıldığım namazın hazzı, gerçekten başkaydı. Namazdan sonra cemaatten yaşlı amcaların benimle musafaha ederken duydukları sevinç ve heyecan, gözlerinden okunuyordu. “Bunu görmek için bile buraya kadar gelinirdi” dedim kendi kendime.
Gökçepınar’a veda edip, Drama ve Serez üzerinden Selânik’e uzandım. Drama’da biri kiliseye çevrilmiş, diğeri de yıkılmaya yüz tutmuş iki cami gördüm. Ancak Serez’deki İslâm mührü, çok daha derinden hissediliyordu. Zincirli Cami, -müze olarak kullanılsa da- neredeyse bugün ibadete açıkmış gibi bakımlıydı. Ahmed Paşa Camii epey harabe durumdaydı, keza Koca Mustafa Camii de öyle. Şehrin merkezindeki Osmanlı bedesteni ise, “Herkes gitse de ben buradayım” der gibiydi.
Serez’den yaklaşık iki saatlik bir mesafede bulunan Selânik’te, şehrin kenar mahallelerindeki bir hostelde konakladım. Dünyanın her milletinden gençlerin kaldığı hostel, bana bir kere daha “Müslümanlar olarak, arzda neden bu kadar az yol tepiyoruz?” sorusunu sordurdu.
Hamidiye Camii (1902’de inşa edilirken, Sabetaycı Yahudiler finanse ettiği için, Dönmeler Camii olarak da anılıyor), Alaca İmaret Camii ve Hamza Bey Camii, Selânik’teki en çarpıcı ayrıntılardı. Sergi salonu ve müze olarak kullanılan bu mabetleri gezerken, bu nadide şehrin tarihine dair tefekküre dalmamak imkânsızdı. Ama asıl tefekkür imkânını, Selânik’i yukarıdan izlediğim kale ve civarında yakaladım. 1492’de İspanya’dan sürgün edilen Yahudilerin neden özellikle burada ikâmet etmeyi seçtiğini anlayabilmek için, bu muhteşem şehri kuşbakışı izlemek şart. Kaledeki sakin köşeler, buna imkân veriyor.
Seyahatimin Selânik’ten sonraki en çarpıcı duraklarını ise Yanya, Kavala ve birkaç saatliğine girip çıktığım Arnavutluk’taki Gjirokaster (Ergiri) şehri oluşturdu. Sabah namazından sonra şehir uyurken gezdiğim Yanya iç kalesindeki Osmanlı camileri, bana adeta kendi hikâyelerini anlattı. Aslan Paşa Camii ve Fethiye Camii’nin taşlarını okşadım uzun uzun. Hele Fethiye Camii… Müze olarak kullanıldığından içeri giriş paralıydı, ama ben güneş doğmadan kapısına dikildiğimden, açık kapıdan içeri süzüldüm ve kimseciklere hesap vermeden camiyle hasret giderdim. Pamvotida Gölü’ne güneşin ilk ışıkları yansırken, ben yıllardır görmediğim bir dostuma kavuşmuşçasına caminin etrafında dönüyordum.
Hâlâ Mehmed Ali Paşa’nın izlerini taşıyan Kavala, sadece Balkanların değil tüm Osmanlı coğrafyasının en güzel şehirlerinden biri kuşkusuz. Arnavutluk’ta ateist diktatör Enver Hoca’nın doğum yeri olan Gjirokaster şehriyle Kavala, “kendine has” hikâyeleri olan iki biblo şehir olarak hafızama yerleşti. İki güçlü tarihi serüven eşliğinde.
1700 kilometreden fazla yol yaptığım seyahatin özet notları bu şekilde. Pazar günü akşamüzeri İpsala’dan Türkiye’ye girerken zihnimde kendi kendine biriken notlar hepsi. Sık sık alıntıladığım o hikmetli sözü tekrarlayarak bitireyim: “Seyahat ediniz, çünkü seyahat taassubu yok eder”.