Yazar Alev Alatlı, Türkiye’nin asgari 250 yıldır karşı karşıya kaldığı liyakat sorununun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile daha hızlı çözülmesinin mümkün olabileceğini söyledi.
Yazar Alev Alatlı, Türkiye’nin asgari 250 yıldır karşı karşıya kaldığı liyakat sorununun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile daha hızlı çözülmesinin mümkün olabileceğini belirterek, “Liyakat sorununu çözebilirsek rahmetli Özal’ın kehaneti doğrulanır. 21. yüzyıl gerçekten de Türklerin yüzyılı olur.” dedi.
Batı medeniyetinin kerterizini kaybetmiş gibi durduğu bu süreçte, ”Türkiye’nin dünyanın iyiliği için yaşaması ve yaşatılması gerektiğini” vurgulayan Alev Alatlı, AA muhabirinin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye’nin Rusya ve ABD ile ilişkileri, Türkiye’nin Suriye ve göçmen politikası ile yeni dünya sistemine ilişkin sorularını yanıtladı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye, bölgemiz ve dünya için ne ifade ediyor?
Sistemler onları kuvveden fiile çıkartan ve idame ettiren insanların niteliğiyle kaimdirler. Ehil bir atanmışın vezir edebildiği bir halkı, işinin ehli olmayan bir seçilmişin rezil edebildiği de sır değil. İster monarşi, ister meşrutiyet, ister parlamenter, isterse bizim şimdi denediğimiz başkanlık sistemi olsun, toplumların bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüz suyu hürmetine ayakta kaldığını kadim tarih teyit ediyor. Sistem kendi başına bir değer değil, değerini sistemi çalıştıranların liyakati belirliyor.
Yeri gelmişken, geçenlerde Sultan 3. Mustafa’nın ‘Cihangir’ mahlasıyla yazdığı bir dörtlüğe rastladım. Koskoca padişah, ‘Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele/ Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele/ Şimdi ebvab-i saadetle gezen hep hazele/ İşimiz kaldı heman merhamet-i Lem Yezel’e” diye yakınıyor. Günümüz Türkçesinde mealen, “Yıkılıp gitmektedir bu dünya, sanma ki bizde düzele/ Aşağılık felek tümden bıraktı devleti müptezele/ Şimdi saadet kapılarında gezenler hepten alçaklar/ İşimiz artık kaldı Allah’ın merhametine.”
3. Mustafa’nın 1700’lü yılların ikinci yarısında saltanat sürdüğünü düşününce umutsuzluğa kapılıyor demeyeyim ama hüzünleniyor insan. Besbelli ki asgari 250 yıldır çözemediğimiz ağır bir liyakat sorunumuz var bizim. Başkanlık sistemi ile çözebilirsek rahmetli Özal’ın kehaneti doğrulanır, 21. yüzyıl gerçekten de Türklerin yüzyılı olur inşallah.
“Öncelikli meselemiz liyakat”
Türkiye’yi yakından tanıyan aydın olarak ısrarla liyakat diyorsunuz. Liyakat sorununu çözdüğümüzde bunun içeriye ve dışarıya nasıl yansımaları olur?
Liyakat sorunu çözüldüğünde Türkiye şahlanır. Bir kere, eğitimden adli sisteme, imardan enerjiye, tarımdan basına hemen her alanda gözlemlediğimiz o müthiş savurganlığın sonu gelir. Zor kazanılmış birikimlerimizi rasyonel yatırımlara dönüştürme imkanı doğar. Zaman yönetimi mümkün olur. Bir günlük işi bir aya yayıp sürüncemede bırakmaz, ödenekleri çarçur etmez, bütçeleri delmeyiz. Gözaltı süreleri kısalır. Mahkemeler daha hızlı karar alır. Çocuklar hangi sınava gireceklerini bilir. Tesisatçı gideri yanlış yere bağlamaz. Elektrikçi kabloyu izole eder, yangın çıkartmaz. Caddeler, en ufak bir serpintide göle dönmez. Dünyayı doğru okur, doğru yorumlar, kim dost, kim düşman doğru kestirirsek olası FETÖ’lere hazırlıksız yakalanmayız.
Hepsinden önemlisi, liyakat noksanının suçunu birbirimize atmaz, birbirimizi haksız kazançla, ihanetle suçlamaktansa meselelerin kök nedenlerine inme alışkanlığı kazanırız. Siyaset bile rasyonelleşir. Bizi kahreden olumsuzlukların ezici çoğunluğu, aktörlerin ehil olmamalarından kaynaklanıyor, ahlaksızlıklarından değil. Hasılı, liyakat meselesini çözer, emaneti ehline bırakmayı ilke edinirsek, etnik veya sınıfsal veya ideolojik kutuplaşma kaygıları yok olur, Türkiye 21 yüzyılda uçar! Ele güne karşı caydırıcı bir güç olmak da böyle bir şeydir zaten. Hayırhah bir güç olmak da öyle.
“Liyakati saptayacak objektif yöntemler var, hantallık kader değildir”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan sonraki süreçte öncelik vermesi gereken en önemli konunun liyakat olduğunu söylediniz. Başka ne gibi öncelikler var beklentileriniz arasında?
Adli sistemin ihyası, milli eğitimin yalpalamalardan kurtarılması var. Ancak bunların her ikisi de muazzam siparişlerdir, başarı yine döner dolaşır liyakatta düğümlenir. Bakın, ne milli eğitim sistemi ne de adli sistem boşlukta tekevvün eder. Bu kurumlar toplumun genel zihniyetinin, değer yargılarının, dini inançlarının, dönemin hakim dünya görüşlerinin, evrensel düşünce akımlarının ve nihayet sosyoekonomik yapılanmasının ortak ürünleridir.
Ne bir hükümet ne bir bakanlık ne bir sivil toplum örgütü veya mezhep veya tarikatın tek başına altından kalkabileceği düzenlemeler değildirler. Daha açık söyleyeyim: “Ben yaptım oldu.” da yoktur, “Bundan daha iyisi olmaz.” da yoktur. Seferberlik boyutlarında ortak gayret, ince ayar, adanmışlık gerekir. Seferberlik denildiğinde, ehil kadrolar hayati önem kazanır. Umarım ki, bu defa “Elimden geleni yaptım.” mazeretine sığınmayan, “yapılması gerekeni yapan” kadroları bir araya getirme imkanı olur. Allah Başkan’ın yar ve yardımcısı olsun.
Yeri gelmişken, liyakati tespit etmenin birtakım nesnel kriterleri olduğunu da hatırlatayım. Örneğin, akademik literatürde “accountability” diye geçen, hesap verebilirlik/sorulabilirlik/sorabilirlik diye bir norm var. Kişiyi yaptıkları kadar yapmadıklarından da sorumlu tutan bu düzgünün etkinleştirilmesi halinde, liyakati objektif olarak saptamak kolaylaşacaktır. “Akreditasyon” diye de bir düzgü var. Bu da kişi ve kurumların evrensel standartlar muvacehesindeki yerlerini tespit etmeye yarar. Üniversitelerden hastanelere, adli tıptan hukuk mahkemelerine kadar hemen tüm kurumlarda işlevsel olabilir. Diyeceğim liyakati saptayacak objektif yöntemler var, hantallık kader değildir.
“Türk devleti kolay faka basmaz”
ABD ile Rusya’nın, Suriye konusunda belli noktalarda uzlaştığı iddiaları var. Suriye’de atılması gereken adımlar nelerdir?
Suriye’de atılması gereken adımlar hususunda ahkam kesmek haddim değil. Gazete okuryazarlığı da sorunuzun hakkını vermeye yetmiyor. Manşetlere çıkan olaylardan hangisi politika, hangisi strateji, hangisi taktik bilemiyorsunuz. Örneğin, Münbiç. Bizim için hayati bir bölge midir, stratejik midir, yoksa taktik icabı mı öne çıkarılıyor bilemiyorum. Aynı şeyi Rusya, İran hatta Katar gibi nevhuzur müttefiklerimiz için de söyleyebilirim.
Rusya ile dostluk politikası oturmuş mudur yoksa güney sınırlarımızı güvence altına almak hedefimiz muvacehesinde belirlediğimiz stratejiden mi ibarettir? Strateji malum, politikanın genel amaçları doğrultusunda, tüm kaynakları göz önüne alarak örgütlenme olayıdır. Bu bağlamda, Rusya’ya kaynaklardan biri diye bakmak da mümkündür. Oysa taktik alt hedeflere yönelik eylem şeklidir. Münbiç’i hatta belki de Kandil’i bile bu çerçevede değerlendirmek gerekiyordur. ABD ile Rusya’nın Suriye konusunda belli noktalarda uzlaştıkları iddialarına gelince; olacağına bakın derim. Almanların “Güven iyidir ancak kontrol daha iyidir.” diye bir atasözü vardır, gerçekçi bir tembih olduğunu düşünürüm. Türk devleti, güngörmüş bir devlettir, kolay faka basmaz. Sakin olmakta yarar var derim.
“Aylan bebeklere pasaport, vize sorulmaz”
Suriye’deki iç savaş nedeniyle yaşanan sığınmacı göçü, zorunlu göç yani tehcir olarak tanımlıyorsunuz. Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik politikaları hakkında neler söylersiniz?
Hukuk sistemimizdeki kavram kargaşası Suriyeli konuklar konusunda da gözleniyor. Uluslararası hukukta mülteci (refugee), sığınmacı (asylumseeker) ve göçmen (immigrant) olmak üzere üç sınıflama vardır. ‘Mülteci’, ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyendir. ‘Sığınmacı’ diye mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından resmen tanınmamış kişilere denir. Bir de ‘göçmen’ler var. Bunlar, ülkelerinde zulme uğramaktan korktukları için değil, kendilerine daha iyi bir yaşam sağlamak için başka bir ülkeye göç edenlerdir. Bunları açıklıyorum, çünkü misafir ettiğimiz 3,5 milyon Suriyelinin hangi kategoriye girdiği, eninde sonunda tanımlamamız gereken bir mesele olarak karşımıza çıkacaktır diye korkarım. Şimdilik Türkiye hukukundaki statülerine bakmaksızın mülteci ya da sığınmacı olarak adlandırıyoruz ama bir tekne battığında içindekiler geliş nedenlerine göre mülteci de göçmen de olabiliyorlar.
Önemli mi? Tümüyle insancıl olarak bakarsanız hiç ama hiç önemli değil. Aylan bebeklere pasaport, vize sorulmaz. Velakin yasal statüleri vuzuha kavuşturmaz, daha da önemlisi Türk kamuoyunu ve Suriyeli konuklarımızı zamanında bilgilendirmezsek ilerleyen yıllarda hır çıkacağından korkarım. Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Gün olur, devran döner, iyilikler unutulur. Bir bakmışınız Suriyelilere karşı antidemokratik uygulamalarla, kayırmacılıkla itham edilmişiz. Bunun dışında, bu insanları elbette dışarıda bırakmayacak, kendi topraklarımıza alacaktık. Biz komşusu açken uyuyamayan insanlarız, başka türlüsü zaten içimize sinmezdi. Kendi adıma ben iftihar ettim.
“Nükleer denizaltının cinnet geçiren kaptanı”
Türkiye-ABD arasında var olan gerilim yeni sistemde de devam ederse Ankara, Moskova ile sürdürdüğü iş birliğini stratejik iş birliğine dönüştürür mü, Erdoğan-Putin dostluğu ilişkilere nasıl yansıyor sizce?
Türkiye’nin Rusya ile sürdürdüğü iş birliği stratejik midir, taktiksel midir bilecek noktada değilim. Buna karşın ABD ile olan gerilim ifadesi, beklenen hatta kışkırtılan medeniyetler savaşında, İslamofobi cinnetinde bulan bir kışkırtmanın sonucudur. Trump nükleer denizaltının cinnet geçiren kaptanı gibi ipe sapa gelmez bir bitirim adam. Yeni ya da eski sistemin, cinneti rehabilite edebileceğine ihtimal vermem.
Öte yandan Başkan Erdoğan’la Başkan Putin’in birbirlerinin değerlerine aşinalıkları var. Bana sorarsanız bu aşinalık, özde Asya kökenli olmalarından gelir. Rusya nüfusunun beşte birinin Müslüman olduğunu hatırlayın. Hatta, “Bir Rus’u biraz kaşı, altından Tatar çıkar.” diye bir söz bile vardır. Yine de ortak değerlerden ziyade, var olan değerlere aşinalıktan bahsettiğime dikkatinizi çekerim. Ne gibi mesela? Her iki liderin de ülkelerinin imparatorluk geçmişine duydukları saygı ve bu geçmişten devşirdikleri vakar her ikisi tarafından da anlayışla karşılanır.
Batı dünyasının yerli yersiz çıkışlarına hatta hakaretlerine şerbetli olmak gibi halklarının tevekkülü gibi benzer yaşanmışlıkları vardır. AB, ABD halklarını sokaklara döken mesela elektrik kesintileri, oralarda olduğu gibi Rusya’da insanları fırsattan istifade dükkan yağmalamaya sevk etmeyecektir. Devlete bağlılık gibi, ulusal gurur gibi, kişisel dayanıklılık gibi daha pek çok şey sayabilirim benzerlikler vardır. Hasılı mülahazat hanesini asla kapatmamak kaydıyla kişisel dostluktan değilse bile anlayıştan kaynaklanan edepli atmosfer, diyaloğu kolaylaştıracaktır.
Türkiye-Rusya ilişkileri
Rusya ile ilişkilerimizi derinleştirmeliyiz mi diyorsunuz? Rusya’nın en fazla savaştığımız ülkelerden biri olduğu da söylenir.
Kiminle savaşmadık ki? Eski defterleri karıştırmaya başlarsak, en uzun savaşlarımızı AB ülkeleri ile yaptığımızı kabul etmek zorunda kalırız. Papa II. Urban, “pis Türk” kavramını Batı literatürüne ilk soktuğunda, Ruslar orada bile değildi. Birinci Haçlı Seferi çağrısını hatırlayın. Malazgirt’ten hemen sonra “Tanrı’ya külliyen yabancı mel’un bir ırk” diye bizden bahsediyordu. Kendimizi bildik bileli, onlar bizi Anadolu yarımadasından sürüp atmaya çalışırlar, biz inatla tutunuruz. Keşke dünya daha rasyonel bir yer olsa da Rusya ile ilişkilerimiz derinleştirebilse. Artık eskisi gibi de değil, sıcak denizlere inmek için ille de Boğazlara sahip olmaları gerekmiyor. Kaldı ki, küresel ısınma sayesinde Beyaz Deniz de eriyor. Rusların kuzey kutbunda istemedikleri kadar uzun sahilleri olacak.
“Dünya nöbeti tutan birileri vardıysa onlar Rus aydınlarıydı”
ABD, “dünyanın bekçisi” olmaya devam edecek midir? Batı dünyasını bekleyen sorunlar neler, bunun bölgemize ne tür yansımaları olacaktır?
İzin verirseniz hemen düzelteyim. ABD dünyanın bekçiliğini hiç yapmadı. Sermayenin bekçiliğini yaptı ki o sermaye, o ülkede yaşayan sıradan insanların birikimleri değil, oligarklar tarafından kölelerin canları pahasına oluşturulmuş sermayeydi. Hür dünyanın, insan haklarının, demokrasinin bekçiliği gibi söylemler, “westoxication” derler, Batı zehirlenmesinden muzdarip yoksul ülkelere servis edilen güzellemelerden ibarettir.
Bakın, dünya nöbeti tutan birileri vardıysa onlar Rus aydınlarıydı. Enternasyonal sosyalist ideallerine gerçekten inanmışlardı. Partili oligarkların hantal ve acımasız uygulamalarının elinde çöktüğünde, müthiş bir düş kırıklığına uğradılar. “Bizden bu kadar, dünyayı bundan sonra Amerikan aydınları düşünsünler.” dediklerini bilirim. Tabii böyle bir şey olmayacak. Amerika’nın aydınları organiktirler, Filistin dahil en galiz haksızlıklara bile karşı duramazlar. Bundan böyle gemisini kurtaran kaptandır. Kolay olmayacak ama bölge ülkeleri kendi başlarını bağlamayı öğrenecekler.
“Yeni dünya düzeninde dinlerin yeri sermayeyi ağırladıkları kadardır”
Bu yeni dünya düzeninde İslam, Hristiyanlık gibi dinlerin yeri ne olur, din belirleyici bir konuma gelir mi?
Dinleri aynı kefeye koymayın. Bahis konusu olan İbrahimi dinler dahi olsa dindarları da aynı kefeye koymayın. Yeni dünya düzeninde mütedeyyin bir Katoliğin başına gelen ile Müslümanın başına gelen arasında dağlar gibi fark olacaktır. Budisti, paganı saymıyorum bile. Bir de Hristiyanlığı yekpare bir bütünmüş gibi düşünmeyin. Katoliğin İsa Mesih’ini mesela bir Mennonit sokakta görse tanımayacaktır.
İsa Mesih’e daha 325 İznik Konseyi’nden itibaren farklı mezhep ve tarikatlar tarafından farklı nitelikler atfedilir. Allah’ın oğlu olduğu hususunda bile mutabakat yoktur. Martin Luter’in 15. yüzyıl reform hareketiyle resmiyet kazanan bölünme, 2012 itibarıyla 43 bin tarikata yükselmiştir. Dahası bu sayının 2025’te 55 bini bulacağı ileri sürülüyor. Kim ileri sürüyor? Mesela Boston, Massachusetts’deki “Cordon-Conwell Theological Seminary”nin, yani papaz okulunun “The Center for the Study of Global Christianity” yani Küresel Hristiyanlık Araştırma Merkezi ileri sürüyor. Televizyon sunucusu Oprah Winfrey’i bilirsiniz, o hanımın bile kendi kilisesi var. Öte andan Yahudilik de müstakar değildir.
Başkan Erdoğan Amerika’dayken yanına gelen Filistin yanlısı lüleli Yahudileri hatırlayın. Medya üstünde bile durmadı, daha doğrusu nasıl yorumlaması gerektiğini bilemedi. O insanlar Hasidi mezhebindendir. 1948’de İsrail gibi “Mehdi’nin üzerinde bir endaze yol bile yürümediği topraklar”a gitmektense ABD gibi “goyim diyarı”nda kalmayı tercih etmişlerdi. “Goyim” malum bizim ‘kafir’ sözcüğümüzle eşdeğer bir kelimedir. Diyeceğim, yeni dünya düzeninde dinlerin yeri sermayeyi ağırladıkları kadardır. Suudi iseniz başka, Somali Müslümanı iseniz yine başka. Kime ne olacağını anlamak için parayı takip etmek gerekir, inancı değil.
“İran’a İsrail’den çok fazla güvenirim”
ABD’nin İran ile yaptığı nükleer silahsızlanma anlaşmasını iptal etmesi, ekonomik ambargo koyması gibi bir süreç yaşanıyor. ABD, nükleer konusunda İran’ı kendisine rakip olarak mı görüyor?
Alatlı: Doğru ama saçma. Nasıl saçma biliyor musunuz? ABD, İran’ın sahip olduğu nükleer gücün 90 kat fazlasına sahip olmakla övünüyor. Peki, söyler misiniz gezegeni bir defada yok edebilecek gücün 90 kat fazlası ile övünmek nasıl bir anlamsız saçmalıktır? Öldürdüğünüz adamın üstüne bir şarjör kurşun sıkmakla tehdit etmeye benzemiyor mu, aklı başında birinin yapacağı iş midir? Doğrusunu isterseniz, nükleer bomba konusunda ben İran’a İsrail’den daha çok güvenirim. Netanyahu, Ruhani’den daha mı aklı başında? Yok canım.
“Ateistler insanı yücelten kodlar getiremediler”
İnsanların hızla deizme eğilim gösterdiğine dair istatistikler var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Deizm, Avrupa aydınlanmacılarının, Voltairelerin, Diderotların, Laplaceların inanç sistemleriydi, 1700’lü yıllarda kaldı. Şimdi artık siborg ırkından, yapay zekadan bahsedilen süreçteyiz. Stephen Hawking ve şürekası, “bir Yaratıcı var ama insanlara birebir muhatap değil.” tespitiyle deist inancı da ellerinden aldı. Yetmedi, “insan ırkının orta büyüklükte bir gezegenin üstündeki kimyasal cürufdan” ibaret olduğu hükmünü yerleştirdiler. Diyeceğim, bu saatten sonra Batı insanını zapturapt altına alabilecek aşkın bir güç yok. Nitekim medeniyetlerini, borçlu oldukları kazanımlarını bir bir kaybediyorlar. Batı dünyasındaki gerilemenin ayırdına varmalısınız. Yıkılan değerlerinin yerine yeni değerler de konulamadı. Ateistler insanı yücelten kodlar getiremediler. Çöküşü, yozlaşmayı, bozulmayı önleyemiyorlar.
“Avro-Amerikan toplumu ciddi bir lider krizi yaşıyor”
Batı’daki duraklama veya gerilemenin bize yansıması nasıl olur?
‘Westoxication’dan korunabilirsek, saçmalamazsak, fırsata çevirebiliriz. Avro-Amerikan toplumu ciddi bir lider krizi yaşıyor. Kim derdi ki muhteşem Fransız medeniyeti, okul kaçkını Macar Sarkozy’ye, Macron gibi ergene emanet edilecek. Görkemli Roma’ya bakın, Berlusconi diye bir müptezel adamın ağzına bakıyor. İngiltere, bir başka garip, Berezovskiy’den Abramovich’e bağrına basmadığı kriminal kalmadı. Kraliçe de olmasa toptan dikiş tutmayacak.
Atlantik’in öteki yakasında Trump, başlı başına bir facia. Adam Amerika’yı dünya hakimi yapan gelişmelerin tümüne takoz koymaya kalktı. Liberalizm, serbest ticaret, ulus devletleri ortadan kaldırmayı hedeflemiş, üstelik bayağı da yol almışken, ithal vergileri, ticaret yasakları, boykotlar gibi anakronistik uygulamalarla 16. yüzyıl merkantalizmine geri dönüyor. Daha da vahimi, herkes seyrediyor. Bu adamın demokratik bir seçimle geldiğini söylemek de mümkün değil. Katılım zaten yüzde 50 seviyesindeydi. Trump’ın başkan olması için oyların yüzde 47’sini alması yetti.
Şimdi siz bir Batılı lider olsanız, Tayyip Erdoğan’a haset etmez misiniz? Başkan’a daha çok yükleneceklerdir. Yüklensinler bakalım. Basmakalıp karalamaların ötesine geçemeyeceklerdir. Nitekim, Avro-Amerikan cenahından nicedir özgün bir eser de çıkmıyor. Resimde, müzikte, edebiyatta duayen eleştirmenler sustu, yerlerini piyasaya bıraktı. “Çok satan iyidir.” anlayışı sanat ürünlerini seri imalata zorladı, motor aynı motor, şaside marjinal değişiklikler. Model tutmaya görsün, ısıtılıp ısıtılıp yeniden piyasaya sürülüyor. Diziler, filmler, senaryolar hatta estetik aynı çarktan çıkmış gibi; ölümün, öldürmenin türlü biçimleri.
“Aydınlara namuslu olmak düşüyor”
Bir aydın olarak, Türkiye’deki aydınlarla ilgili eleştirilerinizi de alalım. Bu süreçte olsun, önümüzdeki süreçte olsun aydınlara neler düşüyor?
Rahmetli Cemil Meriç’in “Kelam bütünüyle haysiyettir.” diye bir vecizesi vardır. Günümüz aydınına kelamın haysiyetine hiç olmadığı kadar büyük bir azimle sahip çıkmak düşüyor. Aydın, izzetinefsini, öz saygısını, vakarını koruyacak ki, toplumsal kimliğimiz tehdit eden sapkınlıkları bertaraf etmeye yardım edebilsin. Bakın, sistem değişiklikleri gerçek algısını zora koşar. Korkak gerçeklerle yüzleşmeyi reddeder, hırçınlaşır. Cahil, gerçeği idrak edemez, küçümser. Hain kendi çıkarının peşine düşer, gerçeği tahrif eder, saptırır.
Böyle zamanlarda toplum kerterizini aydınlardan alır. Bununla beraber aydın da boşlukta tekevvün etmez. Parçası olduğu toplumun genel zihniyetinin, değer yargılarının, dini inançlarının, dönemin hakim dünya görüşlerinin, evrensel düşünce akımlarının ve nihayet sosyoekonomik yapılanmanın bileşkesidir. Marifet iltifata tabidir. Bu bağlamda Türkiye aydınlarını onurlandıran bir ülke değildir. “Kime yazıyorsun bu mektubu?” diye sormuştu Cemil Meriç, “Elinde hiçbir adres yok.” Öyleyse, “Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.” Ebediyet zaten hazin bir teselli mükafatı.
AA