Savaş yıllarında sevdalinka icracısı ve derleyicisi, merhum Hamdi Bey Şahinpaşiç, rahmetli Munib Maglayliç hocanın evine sığındı. Hamdi Bey’in evi işgal altındaki şehir bölgesinde, rahmetli Munib ağabey bu yalnız ve yaşlı adamı da evine getirdi. Neyse, biz de gençtik, gündemimizi unutmak için gülme fırsatı yakalıyorduk. Ne bileyim, belki alnımıza yazılmış gülme oranını tamamlamak için. Neşeye borcumuz kalmasın diye. Hamdi Bey de kendi dünyasında bir adam. Ömür boyu halk edebiyatı ürünü sevdalinkayı derleyip icra ederek, kendisi de halk edebiyatına benzemeye başlamış. Anlatısı tamamıyla destansı, ne anlatıyorsa destan gibi.
Bir gün rahmetli Munib ağabey arıyor, gel, Hamdi Bey’in seninle konuşacağı var. Kahkaha patlatmıyor ama havaya göre durumu anlıyorum. Cümbüş olacak diye gidiyorum. Hamdi Bey, ciddi bir tavır almış, “Bak kızım bunlar beni dinlemiyor, sen zekisin, tuttuğunu koparırsın, her yere herkese ulaşırsın” diyor. Bakıyorum, madem böyle bir girizgâh yapmış önemli bir şeymiş, Munib ağabeyler toplanmış, var gücüyle gülmemeye çalışıyorlar. “Devam edin Hamdi Bey, sizin için ne yapabilirim?” diyorum. “Benim için değil, bu sefil halk için. Bak yazdım. Ben hem yürüyemiyorum, hem de gözüm görmüyor. Aliya’nın yanına git…” Elinde kâğıt, şişe dibi gözlüklerinden yazdıklarını çözmeye gayret ediyor. Sen bunu söyle: “Başkanım, bu sefil halkın ümidi sensin. Sen yaparsın. Şimdi telefonu eline al, Karaciç’i ara. Ona de ki hadi, ikimiz buluşalım, konuşalım. Sen kendine bir rakı sipariş et, ben de kendime bir kahve söylerim. Benden olsun. Anlaşalım, bu sefil halk boşuna ölmesin!” Hamdi Bey’e göre her şey Karaciç’e sipariş edilecek bir rakıyla çözülebilirdi.
Senaryosunun devamı da vardı, unuttum tamamını. Sonraki günler hep buna gülüyorduk. Şimdi, madem edebiyatçıyım, madem tanzirlerde oldukça mahir olabilirim, ben de Hamdi Bey gibi bir senaryo yazayım. Destansı masal. Ülkede seçimler oluyor, seçimler akabinde meclise 12 partiden vekil girer. Artı dört bağımsız gruptan. Artı Ailesever grubundan. Vekil seçilen tam seçilmiş. Hani, kendileri adaylık göstermemiş, kendi parti ve gruplarından seçilmiş. Aralarında adaylığı zorla kabul edenler de var, katlananalar da. Makam müziğinden hariç makam sevgileri de yok. İşte, bu on iki partiden seçilenler makamlara uymak zorunda, döneme göre dört makamı kabul ediyorlar. Başlarında biri, ilk buluşmayı işret meclisine dönüştürüyor. Gelenlerin hepsine öyle bir kadeh veriyor ki herkes bir anda sağını solunu, laikliğini dindarlığını, modernizmini gelenekçiliğini, taklidini içtihadını unutuyor. İlk bakışta farklı farklı fırkalardan gelen vekiller öyle bir mest oluyor ki…
Mecliste ilk olarak vekillerin maaşları tartışılmaya başlanınca, aralarından biri: “Vekil olmak bize şeref, ne maaşlar. Çalıştığımız yerde aldığım maaştan beş kuruş fazla istemiyorum.” demiş. “Haklısın, hazinede geri kalan paralardan kamu eğitime verilsin.” Herkes elini kaldırmış, işte karar bu karar. Kanuna girmiş. Bir sonraki konu makam arabaları. Yine vekiller arasında cerrah olan: “Ne makam arabası? Hepimizde hususi araba var, ne gerek var makam arabasına? Olmayan varsa ben gelip alırım, buraya getiririm. Meclise ait tüm makam arabalarını hayra vermek lazım. Uzakta oturan çocukları okullara götürmek için, yaşlıları doktora hastaneye götürmek için. Uzak köylere doktorları götürmek için, en azından yılda iki kere tüm vatandaşları muayene etmek lazım.” Bunun da sözünü kabul etmişler, kanuna girmiş. Bir sonraki konu vekillerin lojmanları. Şimdi akademisyen kalkıyor: “Bunca insan kiracı iken nasıl lojman alalım, değil mi arkadaşlar? Ben son iki kitabımın telifinden kendime güzel bir daire aldım, döşedim… Valla, çıkmam oradan. Lojmanlar da ihtiyacı olanlara dağıtılsın.” Ailesever grubundan biri: “Haklısın kardeşim, biz de müstakil evde oturuyoruz. Kardeşlerim, annemler, yenge ve eniştem, hep bir aradayız. Zaten vekil olmayı zorla kabul ettim, onlardan ayrılmak zorunda olacağımı bilseydim, can pahasına kabul etmezdim” diye ilave etmiş. O arada, bizim Ailesever grubundan olan vekile hep gözaltından, bir nevi tehditle bakan sakallı kısa pantolonlu bir vekil kalkmış: “Aynısını ben de söyleyecektim. Bundan böyle sen kardeşimsin.” demiş. Bu konuda da uzlaşmaya varmışlar. “Ya tayinler? Müdürlük, başkanlık tayinleri, onları nasıl yapacağız?” “Bir iş için layık olanları bir araya getiririz, tayine en çok itiraz edeni tayin ederiz” demiş Saki. Herkes olumlu görmüş. “Ya aile efratları, akrabalar, onlar ne olacak?” diye sormuşlar. “Biz onlara bakarız kendi imkânlarımızla, meclis işleriyle uğraştığımızı biliyorlar, rahatsız etmeyecekler. Herkes ne kadar yardım edebilse yardım edecek, herhangi bir karşılık beklemeden…” Buna da amenna demişler, bu da kanunun bir parçası olmuş. Hazine sorumlusu: “Arkadaşlar, buna göre hazinede bol para kalmış olacak, onu ne yapalım?” diye sormaz mı! “Hastaneler, sağlık ocakları yapılacak, devlet okulları yapılacak, kamu eğitim sektöründe eğitim özel okullardan daha iyi olacak. Kütüphaneler yapılacak, en çok kitap okuyan çocuklara burs verilecek.” O sırada birinin cep telefonu çalmasın mı: “Bak ağabey, biliyorum, oğlun evlenmiş, hayırlı olsun… Evet, yeni işyerleri açılacak, hiç torpile gerek olmaz, başvursun, herkese iş imkânı verilecek… Hadi selametle, hane ehline selam söyle… Buyur, gel eve, akşama lahmacun hazırlıyoruz.” diyor… Ya yurtdışı tayinleri? Oranın diline, kültürüne hâkim olan dürüst insanların tayin edilmesi kararı oybirliğiyle alınmış.
Devamı da olabilir. Sonunda ebediyete kadar mutlu yaşamışlar diye bir cümle olacak.
Sarhoş değilim, biraz mest, biraz da deli. Ve sadece fabrika ayarları için dua ediyorum.