Her tanıyanın “Akif Abi” diye andığı, sakinliği, vakarı ve mahir duruşuyla basın ve yayıncılık dünyasında müstesna bir yer edinen Akif Emre’nin beklenmedik bir vakitte ahirete göçmesinin üzerinden bir yıl geçti. Bu bir yıl belki de Akif Emre’nin ümmet için gayretini en çok tefekkür ettiğimiz zamandı.
Ayşe Örer – Gerçek Hayat
Bir insan göçtüğünde arkasından pek çok şey söylenir, pek çok acı birikir. Yokluk giderek büyür geride kalanların içinde, o yokluğun etkisiyle mutmain olmak güçtür. Bir de varlığına çok güvendiğimiz, o yüzden yokluğunu hiç hayal etmediğimiz insanlar vardır. Arada radyonun cızırdayan frekansını düzeltmek gibi, içimizde bir ayarsızlık olursa, onlardan hiza alırız.
Akif Emre’nin vefatı da tam böylesi bir hisle gelmişti. Aradan geçen bir yıla dönüp bakarken, Akif Emre için yazılan bütün yazılarda aynı hissi görmek mümkün: Şimdi biz kime bakarak hizalanacağız?
23 Mayıs sabahı, her günkü gibi insanlar işlerine, dertlerine, yazılarına, toplantılarına dağılmışken, o da mesaisinin başına durmuş, kendisini bekleyenler dışarıdayken biraz fenalaşmış, sonra kimsenin aklına gelmeyen tecelli etmişti. O gün, bu haber suya atılan bir taş gibi dalga dalga yayıldı.
Abdüllatif Bey ile Şerife Hanımın evladı olarak 1957’de, Kayseri’de dünyaya gelen Akif Emre, 60 yıllık ömrüne İslam coğrafyasının dertleriyle dertlenen, onlara derman arayan işleri, Türkiye yayıncılığına merhaleler katan adımları sığdırdı.
Afganistan’dan Latin Amerika’ya dünyanın her tarafında Müslümanların izlerini aradı, günlük meseleler dışında kalan, insanların bakmayı unuttuğu nice meseleyi gündeme taşıdı, onlara hayat verdi. Bu bir sene de, sadece onun aklına gelenleri, yaptıklarını hatırlamak ve yapılamayanlara hayıflanmak zamanıydı.
Sibel Eraslan kaleme aldığı yazıda onu şöyle anıyor:
“Milli Şairimiz Mehmet Akif’in İslamcı idealizmiyle Yunus Emre’nin Anadolu’yu kuran irfani dili, öyle zannediyorum ki çift başlı bir Selçuklu kartalı gibi hep başının üstündeydi…
Dehası çocuk yaştayken fark edilmişti, üç kardeştiler, ilk İslami bilgilerini geleneksel mahiyette ailesinden, okuma ve düşünme temrinleriniyse hassaten dayısı Ali Emre ve amcası Mehmet Emre’den aldı. İlk ezanını dokuz yaşlarındayken mahallelerindeki Şeker Camii’nden okudu. Bir gün okul ihtiyacı olarak kendisine getirilen harita metod defterinin arka yüzündeki dünya haritasına, ileride takip edeceği rotayı çizdi. Dünyaya önem vermedi, ama âlem onun için hep mefkûreydi.”
Öğrenci günlerinin acıları
70’lerde şekillenen gençliğinde Ali Biraderoğlu ve Söğüt Fikir Kulübü’ne devam etti. Endüstri Meslek Lisesi’nden sonra Şeker Fabrikasında kısa süren bir yapı ressamlığı deneyimini müteakip, üniversite sınavlarında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü kazandı.
Yakın arkadaşı Metin Yüksel’di. Arkasından ananlar onu Metin Yüksel’le dostluğuyla da anacaktı. Kendisi de o dönemde öğrenci olaylarında yaralanmış, kalbinin altına saplanan bıçak nedeniyle Vakıf Gureba’da tedavi görmüştü.
Öğrencilikten başlayan ümmetin her milletiyle hemhal olma halini Makedonyalı akademisyen ve yayıncı Prof. Dr. Adnan İsmaili anlatıyor:
“1980’li yılların ilk döneminde Akif’in Fatih’teki evi Balkan Müslümanları için bir istişare merkezi gibiydi. Bazen tek bir konuda danışmak için otobüse binip uzun bir yolculukla İstanbul’a gelir, onunla görüşürdük. Yayıncılık da yaptığım için Arnavutçaya çevireceğimiz kitapları da ona danışırdık. 20 yıl kadar önce Fethullah Gülen’in kitapları için aradığımda bizi, ‘Sakın ha, uzak durun, kendinizi temiz tutun.’ diyerek uyarmış, bunun üzerine o kitapları basmamıştık. Çok prensipli ve dürüst bir insandı Akif. Danıştığımızda sözleri, düşünceleri bize güven veriyordu. Bir konu hakkında ‘Akif dediyse tamamdır.’ der, cevabı yönünde hareket ederdik.Komünizm döneminde Balkanları beraber gezmiştik. Merhum Aliya İzzetbegoviç’le ilk röportajına beraber gitmiştik. Arnavutluk’ta ve bölgede İslami hareketin, organizasyonların radikalliğe kaymaması, prensipli ve ilkelerinden tavizsiz olmasında Akif Emre’nin katkısı vardır.”
Gençlik dergilerinin kuruluşunda yer alır, mühendislik eğitiminin ardından asıl yapmak istediği işe, dünyanın nice coğrafyalarına yayılan ümmetin dertlerine derman olma mefkûresine doğru yönelir. İlk olarak Afganistan’a gider, röportajlar yapar, İslamabad ve Afganistan’da eğitim ve gazetecilik çalışmalarına katılır. İşgal altındaki Afganistan’daki insanların dertlerine eğilir, Filistin’den Filipinlere, Pasifik’ten Arakan’a, Patani, Keşmir’e kadar Müslümanlarla konuşur.
Sonrasında Oxford’a gider, akademik anlamda kendini geliştirirken, İslam aleminin geleceği üzerine de okumalar yapar.
Müfid Yüksel bu istikameti şöyle özetliyor:
“Akif Emre’yi ilk tanıdığımda Yıldız Teknik Üniversitesinde öğrenciydi. Rahmetli Metin (Yüksel) ağabeyim vasıtasıyla tanışmıştım. İngiltere ve Pakistan’daki yurt dışı deneyimlerinden sonra döndüğü 90’lı yıllarda daha çok görüşmeye başladık. Ortadoğu ve İslam dünyası ile ilgili dertlerimiz ortaktı. Zaman zaman yüz yüze, zaman zaman da telefonla konuşur, dertleşir, içimizi dökerdik birbirimize. İslam üzerinde istikamet ve sadakati vardı. Bu istikamet ve sadakatini bozmadı. Ben 70’li yıllardan beri tanıyorum. Bu istikametinde, akidesinde, inancında hiçbir sapması olmadı. En başarılı yönlerinden birisi de ifade kabiliyetinin çok güçlü olmasıydı. Yazılarında derdini iyi dillendirebiliyordu. Yabancı dile ve literatüre de oldukça hâkimdi. Yayıncılık tecrübesi de vardı.”
Ajandası hep İslam
Kanal 7 ve Yeni Şafak gazetesinin kuruluşunda yer alır. Pek çok gazeteci yazar onun tornasından geçerek mesleğe ilk adımını atar. Bu mecralarda yine yalnızca Türkiye’de yaşananları öncelemez, diğer dertlere de eğilir. O günler İbrahim Karagül’ün yazısında canlanıyor:
“Beni Yeni Şafak’a Akif Emre davet etmişti. 1995’te bu gazeteye onunla başladım. Yeni Şafak’ın kurucuları arasındaydı ve yazı işleri müdürlerinden biriydi. Uzun süre beraber çalıştık. Yeni Şafak’ın, Türkiye’nin siyasi tarihiyle özdeşleşen kaderinde, birçok olaya, krize, gelişmeye birlikte tanık olduk. Daha sonra Yayın Yönetmeni oldu, yine beraber çalıştık. Yayın yönetmenliğinden ayrılsa da uzun yıllar, kesintisiz yazarlığa devam etti. O Yeni Şafak’a karakterini veren isimlerden biriydi. Yeni Şafak çizgisi o ve birkaç arkadaşının öncülüğünde şekillenmiş, Türkiye eksenine sabitlenmişti. Dava, Türkiye üzerine kurulmuştu ama bütün “coğrafyamızı” kucaklıyordu. Yıllar sonra, bugüne geldiğimizde gördüğümüz şey; 23 yıl önce bu temeli atanların ne kadar ileriyi gördüğü, nasıl bir Türkiye hayal ettiği, o hayale nasıl ulaşıldığı, dünya tasavvurlarının ne kadar gerçekçi olduğudur. Türkiye’nin siyasi değişim mücadelesinde “gazilik” unvanını hak eden Yeni Şafak’ın temel eksenini şekillendiren isimlerden biriydi Akif Emre. Frenleri sağlam, sağa sola yalpalamayan, en kritik zamanlarda nerede durulacağını bilen, ‘eyvallah’ı olmayan, omurgalı, onurlu bir ‘adam’dı.”
Kudüs, Endülüs ve Balkanlar hep ajandasındaydı. Bu coğrafyalarda kimsenin görmediklerini göstermek, bakışları oraya çevirmek gayreti son nefesine kadar sürdü. haberiyat.com sitesinin yazı işleri müdürü Hamit Kardaş, Akif Emre’nin, mazlum Müslüman coğrafyalara özel hassasiyet gösterdiğini şu misalle açıklıyor:
“Ondan, kısa sürede ses getiren fakat uzun vadede fikriyatımıza hiçbir katkı sağlamayan hadiselerin peşine takılmamayı öğrendik. Filistin, Keşmir, Doğu Türkistan, Balkanlar ve Arakan başta olmak üzere mazlum Müslüman coğrafyalar konusunda ayrı bir hassasiyet gösterirdi. Müslüman coğrafyaların sadece acılarını değil, hayat tarzlarını, kültürlerini ve diğer hikâyelerini Türkiye kamuoyu ile paylaşmak için uğraşırdı. Dünya Bülteni ve bu ayın başında kurduğu Haberiyat’ta bunu büyük ölçüde başardı. Vietnam’da inşa edilen bir cami veya Latin Amerika ülkelerinin birinde Müslümanlara tahsis edilen bir mezar yeri onu heyecanlandırırdı. 29 Nisan’da yazdığı ‘Erguvanlar da yanar’ yazısında bu yıl İstanbul’da erguvanların mevsimsel bir etkiyle yandığını yazmış ve bunu her şeyin altüst olduğuna bağlamıştı. Erguvanları çok severdi ve bir erguvan mevsiminde vefat etti. Bir mümin olarak yaşadığına şahitlik ediyorum.”
Akif Emre gideli bir yıl oldu. Üzerimize bıraktığı görevden eksilen bir şey yok. Bugün onu anarken, yıllar evvelden Kudüs’ü anlattığı şu yazıya bakmamak mümkün mü?
“Kudüs savunulmadan insanlık savunulamaz. Kudüs’ün özgür olmadığı bir zamanda İslam âleminin özgürlüğünden bahsedilemez. İslam özgürlüktür, çünkü; Müslüman kula kulluğu cehaletin karanlık dehlizlerine gönderen aydınlık savaşçısıdır. Gönüllerin fethi insanlık onurunun tekrar yerine konmasıyla mümkündür. İnsanlığın kutsal birikiminin sembolü Kudüs eğer esaret altında ise insanlık onuru da ayaklar altında demektir. Hiç bir Müslüman İslam’ın özgürlüğünü insanlığın birikiminden ayrı tutamaz. Kudüs zaman ve mekân planında gökten gelen muştunun taşa toprağa büründüğü kutlu bir mekân. Kudüs’ün işgali, askeri ve siyasi anlamda bir toprak hâkimiyeti mücadelesinden öte bir anlam haritası adeta. İnsanlığımıza müdahalelerle deforme edilen, yıpranan ama her şeye rağmen istikameti de gösteren vicdanımıza, inancımıza, bilincimize açılan bir harita…”
Nazar etmemiz gereken yeri, ne güzel anlatıyor, değil mi?