Küçüklüğümde her şeyin kuralları var diye öğretmişler. Yemeğin de, okulun da, evdeki misafirlerin yanında davranışın da, sokakta yürümenin, konuşmanın, tanışmanın, seyahatin de kuralları var. Edep. Bonton. Nasıl derseniz deyin. Bir de bu kurallara uymak mecburi. Özellikle Müslüman kimliği olan kimse kurallara uymak mecburiyetinde. Aksine şeytana uyar. Nasıl yani? Şeytan insanoğlunun dünyada fitne çıkaracağını demedi mi? Dedi. Demek ki fitne çıkarmayan Allah’a, fitne çıkaran şeytana tabi. Kurallara uymak fitne çıkarmamak demek. O kadar basit. Ya şeytanın kulu olabilirsin ya Allah’ın. İkisi bir arada olmaz, ya orada, ya buradasın. Saygı sadece bu kuralların birisi. Ve özellikle bir yere gidersen o yerin kurallarına uymak. Saygılı davranmak. İster bir arkadaşın evi olsun, ister okul olsun, ister yabancı bir ülke. Yabancı ülkeye gidersen, tabii ki o ülkenin dilini bilmek zorunda değilsin. Fakat az da olsa, birkaç kelime öğreneceksin. Ve dünyada en çok konuşulan dillerden birini bileceksin. Yabancı ülkelerin vatandaşlarından senin dilini bilmelerini bekleme. Orda yaşayan insanların yemeklerine de surat asmayacaksın, yemek kültürü de kültür neticesinde, sana helal olandan yiyeceksin, yemesen de öp ve kenara bırak. Eve (veya hotele, ailenle birlikte senin alanın sayılan dört duvar arasına ev demeyi öğrendik) geldiğinde ekmek üstüne tereyağı sürüp eline bir domates alır açlığını giderirsin. O kadar. Başka davranış geldiğin yere hakaret sayılır. Müslüman olarak da herhangi bir Allah’ın kuluna hakaret edemezsin. Bu kadar, işte bitti. Hah, beş şart, bu doğal, tartışılmaz bir şey. Bunları yapmak zorundasın. Bunlar senin borcun ve sorumlusun. Seninle Allah arasında bir şey bu. Fakat birinin gönlünü kırarsan, birine hakaret edersen, hele de bir millete ya da ülkeye, hesap günü her biri sıraya gelecek, senden hakkını isteyecek. İşte bu yüzden kurallar var.
Dediğim gibi, insanlık ve İslamiyet algısı bizim evde çok net ve çok basit bir şey. Biz çocuklara öyle anlatılmış. Kısacası edebin, kurallara uymanın bize İslam’dan olduğu anlatılmış. Ve özellikle kul hakkı ve toplum hakkı diye şeylerden korkmayı öğrendik. Hani hesap günü milletler ve bireyler bir bir bize gelip haklarını talep etmeye kalkarlarsa… Bir de o beş şartın hesabını da vermek zorunda olacağız. Neyse, her ne kadar sonradan bir şeyler öğrenmiş, okumuş olsak da temellerimiz orada. Ve değer ölçüleri.
Geçen hafta bir grup arkadaşla şehrimizin dışına çıktık. Bir iş söz konusuydu. Bu artık yazımız için önemli değil. Gittiğimiz yerde çok güzel bir tekke var. Yeri de çok güzel. Girdik. Bizde tekkeler sadece kültür merkezi değil, hem tekke olarak faal hem de gelen namazını kılabilir. Arkadaşlar arasında namaz kılmak isteyenler abdest almaya gitti. Temiz bir yer abdest alma yeri. Orda birkaç turist. Türkiyeli. Selamlaştık. Hoş geldiniz dedim. Bir-iki kelam, nezaketen. Bacılardan biri “Ay, böreğinizi yedim, Boşnak böreği çok meşhur ama hiç beğenmedim. Bizim memlekette Boşnaklar var, o kadar güzel börek yaparlar, mantı yaparlar, nefis, burada hiç beğenmedim” demesin mi. Börek yapmadım ki yesin… Yani, bayan benim böreğimden yemedi, o kesin. Belki iyi bir yer bulmamışsınız. (Hatta en ucuz fırından aldığınız börek ev yapımı böreğe benzemez diyesim geldi… Yok, sabır kız, demedim.) Saraybosna’da böreğini beğendiğim iki yer söyledim bacıya. Yerlerini güzelce tarif ettim. İsimlerini de. Çıktık, bize namaz kıldıracak iki arkadaşın gelmesini bekliyoruz. Konuştuğum bayanlar da aynı yere girmiş, dedim buyurun, biz cemaatle kılarız, hafız arkadaşımız kıldıracak… Misafir bayanlar önümüze geçmiş, grubumuzdan ikisi erkek, beş-altısı bayan, hafız arkadaşımızı bekliyoruz. Misafirler öyle güzel durmuş ki aramızdaki erkekler saf kuramıyor doğru dürüst. Öyle rahat etmişler. Arkadaşlarımızdan birisi kamete durduğunda, bu misafir bayanların refakatçısı olacak bir ağabey giriyor, ibadetin ne aşamada olduğunu denetliyor. Arkadaşımız kamete başlamak üzere. Duruma bakıyor, eşi olacak bayan biz bayanların üç metre önünde. Selatin camii değil ki. Tekkenin bir odası işte. Erkekler orda duruyor, saf kurmaya gayret ediyorlar. Duvarın içine giremezler, bir o kadar kaldı. Türkiyeli ağabey bize (tabi halis bir Türkçe ile): Siz aşağıya inin, namazınızı aşağıda kılın, bunlar burada kılsın diye çözüm buluyor. İçimde istiğfarlarla karışık sayıyorum. Sayıyorum. Küfretmemek için istiğfar getiriyorum, sayıyorum. Bir iki üç, tövbe ya Rabbi, tövbe estağfurullah… Dört, beş, altı… Tövbe… Başımı çevirdim: Bakın beyefendi, cemaatte kılacaktık. “Hıh, siz mi cemaatle kılacaktınız? Erkekler aşağıda kılsın, siz de burada” diye ısrar ediyor. Aşağı dediği yere turistler durmaksızın giriyor, resim çektiriyorlar… Bir de nasıl duyalım aşağıda okunanları? “Burası Bosna Hersek” dedim. “Buranın Bosna Hersek olduğunu biliyorum. Fakat ben de Osmanlı torunuyum” diye devam ediyor. Bizim gruptakiler hep beraber, uslu uslu bekliyorlar. Aramızda namaza girmeyen arkadaşlar işimizi bitirmemizi bekliyor, yola devam edeceğiz. “Biz de, biz de Osmanlı torunlarıyız” deyip, müezzinlik yapacak şaşkın arkadaşıma hitap ediyorum: “Kametini oku, başlıyoruz”. Şaşkın turist ağabey birkaç saniye kadar kapıda durup beklemiş olacak, biz de başladık.
Evet, oranın sahibi biziz. Varisi de biziz. Orada İslamiyet’i koruyup bu veya şu şekilde yaşayanlar biziz. Ve sadece bir karış saygı istiyoruz. Önümüzde, grubumuzdaki erkeklerin çok az arkasında namazlarını kılan bacılar bitirince çıkmaya başlamış. Devam ettik. Namazım ne oldu, nasıl oldu, bilemiyorum. Ağır bir sorumluluk, bir ağırlık hissetmişim. Arkadaşlarım arasında Türkolog olmam sebebiyle tüm Türklerin davranışları için sorumlu benim. İki millet iki kültür arasında irtibat kuran biri olarak. Türklerin yanında Bosna’yı, Boşnakları, Bosna Hersek vatandaşlarını savunan; Bosnalılar yanında Türkleri, Türkiye vatandaşlarını, Türkiye’yi savunan biri olarak. Utanç duydum. Keşke bu gelenler başka bir milletten olsaydı derim. Keşke kendilerini agnostik, ateist, putperest, Hristiyan, Yahudi olarak nitelendiren biri olsaydı derim. Anlardım, ben de onu kültür bilgisizliğiyle savunurdum. Keşke bu Osmanlı torunu olduğunu söylemeseydi bari… Ağzımı açtım mı Osmanlı kültürü, edebiyatı, medeniyeti diye konuşup duruyorum. Çevremde de medyada da. Özelde, kamuda. Arkadaşlarım arasında gülünç olurum diye düşündüm. Saraybosna’ya dönünceye kadar misafir ağabeyden Osmanlı medeniyeti dersini aldığım için benimle alay edecekler.
Namazımızı bitirdikten sonra çıktık, aracımıza bindik. Grubumuzdan sadece bir arkadaş gülümseyerek: “Türk turistleri de başımızın üstündeki tehlikeyi bir kere görsünler. Her gün ağzımızın payını veriyorsun, bir kere onlar da yaşadılar bizim yaşadıklarımızı. Gerçek Bosna Hersek tecrübesi!” dedi. Hepimiz güldük. Eh, işte o anda hissettiğim utancı az da olsa hâlâ hissetmezsem, yazmazdım bu yazıyı. Hem utanç da imandan, değil mi?