İki saattir açık duran boş dosyaya bakıyorum. Ne yazacağımı düşünüyorum. Kimseyi kırmadan, sivriliğim kimseye dokunmadan. Geçen baharın sonunda, Ramazan ayından birkaç gün evvel Travnik’e gittik. Medrese öğrencilerine aşkın dilini ve edebiyatını tattırmak için. Aşk mesnevileri hakkında bir şeyler anlattım. Yasmin (evet bizde bu erkek ismi) Bosnaca’da aşk anlam alanı hakkında bazı fikirlerini paylaştı. Kendisi dilci, Bosna Dili Enstitüsü görevlisi, genç bir arkadaş. Bosnacacı. Halk edebiyatında, halk dilinde, kelime hazinemizde aşkı ifade etmenin imkânlarını anlattı. Fakire ise Türkçe olarak yazılmış mesnevi hikayeleri üzerinden mecazi ile hakiki aşk özelliklerini açıklamaya çalıştım. Birbirlerine bağlantılı olduklarını. Birliğin ötesinde bir şeyin olmadığını. Dilin veya dilimin güçsüzlüğünü, yetersizliğini. İnsan dilinin güçsüzlüğünü. Neyse, dönüşte konuşuyoruz. Nasıl oldu, nerden geldi bilemiyorum, Yasmin savaş anılarını anlatmaya başladı. Doğduğu Stolac’ı terk edişlerini. Blagay’a göç edişlerini. Babasının sağ olup olmadığını bilemediğini. Anneannesinin bir gece ortasında, kırk-elli kilometre uzaklıktaki başka bir kasabadan yürüyerek yanlarına gelmesini. Bulabildiği undan pişirdiği ekmekten getirmesini. Gecenin ortasında, annesinin onu uyandırıp: Kalk, ninen geldi, ekmek getirdi bak, ye oğlum demesini.
Bu, yedi yaşında bir çocuğun hafızasına kazınmış bir olay. Öyle anlatıyor ki arabasında iki-üç günlük yol geçmiş ekmeğin kokusunu, tazeliğini, hatta sıcaklığını hissediyorum. Annesinin kendileriyle biraz daha çok gıda bulunabileceği başka bir yere gitme kararını. Yine de cephelerin arasında, mermilerin ve şarapnellerin yağışı az olmuşçasına şiddetli bir yağmur altında dağları geçmesi. Annesi, kucağında küçük kız kardeşi, yanında bir-iki yaş büyük ablası, bir de kendisi. Islak pantolonu, yağmurdan ağırlaşmış montu, su dolu ayakkabılar… Sabah olmadan hedeflerine ulaşmaları gerekiyor, açıkta kalacaklar. Jablanica’ya geldiklerinde bir müze veya kültür merkezine yerleştirilmeleri, yakınlarında bir BM karargâhı olduğunu, İspanyalı bir ağabey ile konuştuklarını: Angel Palmeras.
Bir şekilde anlaşıyorlar, Angel’in evli olduğunu, çocuk sahibi olmadığını öğreniyor. Kendisi de babasından haber almadığını, büyük ihtimalle toplama kampına götürüldüğünü anlatıyor. Birkaç gün içinde Angel Hırvat askerlerinin kontrolü altındaki toplama kampına gidiyor, babasını buluyor, eşi ve çocuklarının hayatta olduğunu, Jablanica’ya göç ettiklerini anlatıyor. En azından BM askerinin görüşmesiyle adamın hayatı güven altına alınmış. Kuduz sokak köpeğiymişçesine onu öldüremezler artık. Yoksulluk, güç bela bir hayat devam ediyor. Arada bir Angel’in verdiği çikolata, annesine gönderdiği erzakla karnını doyurmuş. Okula devam ediyor. Angel (isim anlamı Melek) dönüşte biriktirdiği paranın bir miktarını bırakıyor. Ne olur ne olmaz. Babası da dönüyor. Memleketlerine dönüş…
Her kelimesini, her duygusunu canlı canlı hissediyorum. Kokular bile burnuma geliyor. Saraybosna’ya girmek üzere iken; Angel nasıl, nerede diye soruyorum. Uzun zamandır görüşemediklerini, sonra sosyal medya aracılığıyla irtibata geçtiklerini, çocuk sahibi olamadığı için karısından boşandığını anlatıyor. Onunla her bir yazışmanın canını acıttığını, zor günleri hatıra getirdiğini söylüyor. “Allah bu adamı hidayete eriştirsin” diye dua ağızımdan çıktı. “Sen de bana anlattıklarını yaz, bana anlattığın gibi, hiçbir şey güzelleştirmeden, süslemeden yaz. İyiliğin abidesi olsun. Zor günlerin hatırası. Sen bununla, çıplak vaziyette yüzleşince, artık arkanda kalır. İçinde bir hüzün kalmaz. Devam edebilirsin.” dedim.
Ve gerçekten, o günden on beş yirmi gün geçmedi, Jasmin hatıratını gönderdi. Çok geçmeden eline aldığı ilk kitap nüshalarından birini getirdi. Kitabın içinde memleketinin ismini vermediği gibi, göç ettiği yerlerin isimlerini, tepelerden ağır silahlarla şehrini vuranların, kendilerini evlerinden sürgün edenlerin hangi milletten olduklarını belirtmemiş. İlk anda şaşırdım! Ne çetnik, ne ustaşa, ne Sırp, ne Hırvatların zulümleri. Ne Boşnakların mağduriyeti veya aramızda mazlumun hakkına el koymuş savaş zenginleri eleştirisi. Her ne kadar acı olursa olsun, yine de bir zerre kadar nefret yok. Çünkü zalimin de mağdurun da ulusu yok. Dini, ırkı, siyasi görüşü. Ortada sadece insan ve insanlık mevcut. Kötülere, kötülüklere beddua ederken “adı batsın” deyip ağzımızda adlarını canlandırıyoruz. Hâlbuki kitabın sonunda mutlu bir aile tablosu var. Bugün de kız kardeşleri mutlu, ablası kendi yuvasını kurmuş, küçük kız kardeşi bu günlerde evleniyor. Jasmin ise geçen sene doktorasını bitirmiş, şimdilik iki kız babası (inşallah, iki-üç ay içerisinde iki kişi daha katılacak) anne babaları da sağ ve mutlu. Zorluklardan sonra kolaylık vardır ayetinin hükmü altından nefretle çıkılmaz ki… Bir de kimin, nasıl, nerde hidayete ereceği için hayır duasını alacağı belli olmaz. Bir de mutlu olmak için, başkasını mutlu etmek için ne kadar az gerektiğini öğrendik. Bir de… Evet, insanın geçmişiyle çocuksu temizlikle yüzleşmenin, kendi geçmişini olduğu gibi samimiyetle kucaklamasının bereketini… Yakınlarımızda, en zor anlarda bir meleğin, bir Angel’in var olduğuna bir daha şahit olduk… Adı ne olursa olsun. Yeter ki biz temiz olalım, yeter ki biz insanlık dolu insan olalım, yeter ki biz çocuk olalım. Yeter ki içimizde nefret olmasın. Gerisi “zorluklardan sonra kolaylık” vaadi içerisinde. Yeter ki vaatlere var gücümüzle, sadakatle inanalım.