Belki bugün babalar günü değil, belki yaklaşan günlerde de değil, belki onların bir günü olması da tartışılır; keza anneler günü. Yıllardır hep aynı konuyu tartışıyoruz, anne günü, baba günü, sevgilisi, kadınları, ağacı, kız çocukları günü… Belli ki birbirimize özel zamanlar ayırmak istiyoruz, “telefonlaşıyoruz”. Birileri çıkıyor bu kapitalizmin oyunu diyor, diğer taraftan öyle bir günde yine de anne veya babamızı arıyor yine o oyuna dâhil oluyoruz. Aramasak, kapitalizme dirensek, ertesi gün “sen beni aramadın” diyen alıngan bir çift göz ile karşılaşıyoruz. Anlaşılan hem eleştiriyor hem de yapıyoruz. Uzun zamandan beri bu gibi günleri hem eleştirmeyi hem de kutlamayı bıraktım. Değişen bir şey yok sonuçta, isteyen istediğini yapmakta serbest. Ben bu yazımı babalara ithaf ediyorum, deliye her gün bayram derler, her yazar, her şair, her entelektüel de biraz deli olmak zorunda. Çünkü deli cesareti diye bir şey var bu hayatta, cesaret ise yeni bir şey keşfetmek isteyenlerin omurgasıdır her zaman. Bu yazım aslında arada bir yazdığım bazı yazıların serisi. Neneler için yazdım, ne de olsa bayanlara öncülük tanımak gerek. Sonra anneler için yazdım, arayı fazla uzatmadan bu toprakların babalarından da söz etmek istiyorum. Babalar, dedeler ve oğulları. Sırtlarında öyle bir yük var ki, sırasıyla eskilerden başlamam gerek. Günümüz babalarına gelmeden önce dedelerden ve dertlerinden söz etmemiz lazım.
Anne gezindiğin bağ, baba yaslandığın dağdır derler. Çok doğru bir söz. Bizim buralarda bağ da çoktur dağ da çoktur. Babaların dağdan fazlası olması gerekir çoğu zaman, dağ değil de balkan olmaya çalışırlar. Çok eskilerde eski evlerde, eskimeyen muhabbetlerin ortasında “babası balkana çıkmış” derlerdi. Bu ifade buralarda birçok anlama gelirdi. Birincisi, idare için çıkmış olması; av, odun, çalışmak gibi. İkincisi ise savaşmak, asker demekti, şehit düşmek demekti. Bir çocuğa “baban nerde more evlat” dediğinde mahzunlaşan bakışlarından aldığın cevaptı “balkanda”. Evet, “balkandan balkonlara” geçen bir süreç olduğu aşikâr. Balkanda savaşıp hakkını elde etmeye çalışan babalardan, siyaset arenasına inip orada hakkını savunanlara. Bir de koltuk babaları var, ya da şam babaları, mafya babası yahut “baba adamlar”, “büyüksün baba”lar, ağababalar…
Osmanlı döneminde babalarımız, beydi, ağaydı, paşaydı. Konaklarda gezen birer beyefendiydi. Ağırbaşlıydı, laubali değildi. Cesurdu, savaşçıydı, çalışkandı. Çünkü bu topraklarda 600 yıl kalabilmek öyle kolay değildi. Şimdi çok kültürlü, çok dinli diyoruz ya, aynı bu model o zaman da vardı, son yüz yılda sürpriz yumurtadan çıkmadı ya bu kadar çok millet? Osmanlı döneminde kimse asimile olmadı, tersi olsaydı o zaman şu anda herkes Türkçe konuşuyor olurdu. 600 yıl buna yeter de artardı bile. O dönemi kötülemek isteyen diğer milletlere mensup tanıdıklarıma da hep aynı soruyu soruyorum zaten: “Kusura bakma ama sen kültürünü, dilini, dinini sonradan mı öğrendin?” Aldığım cevap kem küm. Ama olsun, biz yine de “kün fe yekün”e inanmaya ve sarılmaya devam ediyoruz. Her neyse, işte o dönemin babaları bu rahatlığı ve adaleti sağlıyordu. Sonra ne mi oldu? Sonrası kötü, sonrası acı, sonrası ağır, sonrası sürgün…
Osmanlı döneminin son yılları, bu topraklar hâlâ sevilmeye devam ediliyor, giderayak da yapıcı, onarıcı olunuyor. “Biz burada olmasak da kalanlara bir emanet kalsın bizden” diyen bakışlar. Ayrılık yakın, babalar da jön olmaya çalışmışlar. Hoşgörü ve pazarlıkla birliği sağlamak istemişler (1908), olmamış. Küçük örgütleri kanun yoluyla kontrol altına almak istemişler (1909), olmamış. Sonra da silahları toplamak istemişler (1910), o da olmamış. 1911 yılında, Cuma namazları hep bir tedirginlik içinde kılınmış. Bomba yüklü hayvanlar toplu yerlere bırakılmış. Zor günlere girilmiş. Milletler birbirini satmaya başlamış. Kaynayan kazan patlamış. Balkan çatlamış. Rumeli elden çıkmış dostlar, elden çıkmış!
Babalarımız şehit oldu, Balkanlar’ı mesken tuttu, buralara tutunmak için son görevlerini de adam gibi yaptılar. Yönetim değişti, ağalar ve paşalar gitti. Kalanlar kadere razı oldu ama terk etmedi. Sonra duydular ki “vatan” tehlikede, Çanakkale’yi geçmeye çalışan düşmanlar var, buralarda duramam dediler. Çanakkale’ye akın başladı. Geri dönenler oldu, dönmeyenler de oldu. Sonra başka bir dönem başladı, elde olanı korumak dönemi. Dilini savunmak, kültürünü yaşatmak, dinini yaşayabilmek için farklı bir savaş başladı. İşte o savaş o gün bugündür devam ediyor.
Bir zaman geldi, daha da sustular, içlerine kapandılar, bu sefer de balkana odun toplamak için çıktılar. Evladım ezilmesin diye okuttular, zamana ayak uydurdular, ellerinden toprakları alındı, zorla sürgün edildiler. Yol göründü, bazen de her şeyden fedakârlık ederek kendileri yol oldular. Yaşlandılar, başlarına siyah takke taktılar, neden siyah diye soranlara “biz onlar gittiğinden beri yastayız” dediler. İşte bazen sokakta, mahallede, yaşlı dedeler görürsünüz burada, başlarında siyah takke vardır, nedeni de budur. Namazda ise ceplerinden beyaz örgülü takkelerini çıkartıp usulca başlarına takarlar. Cami avlusunda da birkaç eski dost ile muhabbete dalarlar. Yüzleri çizgi çizgi, her çizgi biraz daha derindir burada. Evlâdı eve geç geldiyse daha da derinleşir onlar. Çocuklarını okula gönderirken, paran var mı diye sormazlar, sormadan cebine harçlık koyarlar, gece yatağının yanına bırakırlar, kimseden arama diye, kimseye ezilme diye gururlu yetiştirirler evlâtlarını. Pazara da onlar çıkar, kadınlar çıkmaz burada, ellerinde bir zembil, aldıklarını kimse görmesin diye de şeffaf torba kullanmazlar. “Kiminin var evlat, kiminin yok, göz hakkına girme” derler. Babalar evlatlarını çok derin severler ama asla göstermezler, evladını ulu orta sevmek ayıp sayılırdı burada. Gece üstünü sen uyurken örterler. Çalış, çabala, kaybet veya kazan helalinden olsun diye gün gece uğraşırlar. Nasihat vermez bizim babalarımız, nasıl insan olunurun örneğini kendi hareketleriyle gösterirler. Çünkü güzel konuşmayı bilmezler, boğazlarına lokmalar gibi sözler düğümlenir de konuşamazlar. Bakışlarıyla tembih ederler hatanda da başarında da. Asla övmezler. Şımarma diye değil ha, övgülere kanma diye. Bilirler ki her övgü samimi değildir hayatta. Doğruysan başarırsın. Her kız çocuğu babasına hayrandır burada. Her kız çocuğu da bir tek kaş işaretinden bile konuşmadan anlar babasını. Kızlara bağırmaz çünkü babaları, öyle sıkı sıkıya da sarılmaz. Sevgileri derindir, gözle görülmez.
Komünizm döneminde daha baskıcıydı babalar, demokraside biraz daha liberal oldular. Değişmeyen tek şey bakışları kaldı. Aynı o mağrur ve derin bakışlar. Her işi yap ama siyasetle uğraşma derlerdi. Sonra durum biraz daha değişti, hak ve hukuka ulaşmak için o da gerekti. Ama bu topraklarda siyaset çok çetin, bir o kadar da renkli ve hareketli. Batı, bize “multikültür” etiketini yapıştırdıktan sonra oldu olanlar, oysa “Balkan kültürü” başka bir şeydi. Bu yüzden hiçbir şey samimi gelmiyor artık buralarda. Vicdan ve temizlikten bahsedenlerin elleri kirli. Kendi hesapları için birbirlerini satanlar, bir koltuk için ofis basanlar, eleştirdiği yerden aslında eleştirilenler, babaların ne kadar haklı olduğunu gösterdi.
Yazı uzadıkça uzadı, günümüz AVM babalarına yer kalmadı, başka sefere inşallah. Yine de “Balkan” babaları elbet bir gün “koltuk babalarına” galip gelecektir “Kün Fe Yekün”…
One Comment
Tak Hej der til alle, det indhold, der findes på denne