Öyle estetik inşa edilmiş ki bu şehir, bir türlü bu yüzyıla uyarlayamıyorsunuz; şehrin mimarisi yaşayanların önüne geçmiş adeta…
Nevra Neretva / Dünyabizim
Bir kasım sabahı Saraybosna’nın doğu garından Kotor’a doğru yola çıkıyoruz. Altı saatlik Adriyatik manzaralı seyahatimizden sonra akşamüzeri Kotor’dayız. Kotor Yugoslavya devletlerinden bağımsızlığını ilan eden son ülke olan Karadağ‘da bulunan bir liman şehri. UNESCO tarafından korumaya alınan bu şehir, manzarası ve mistik havası ile Venedik’in şanını sarsmasına çoktan sarsardı ama Karadağ dediğimiz ülke vakti zamanında Fatih Sultan Mehmet’in bile özerklik vermeden edemediği, hakimiyet altına almaya kıyamadığı tarihi ve yapıları ile büyüleyici bir küçük ülke.
Küçük kelimesi hiç bu kadar yerinde kullanılmamıştır diyeceksiniz Karadağ’ı gördüğünüzde. Tarihi bu kadar eskilere dayanmasa kimse ülke diye kaale almazdı fakat Osmanlı Devletinin Karadağ’daki fetihleriSultan 1. Murat dönemine kadar rastlıyor. İkinci Osmanlı-Karadağ çatışması ise 1. Beyazıt döneminde yaşanmış fakat Osmanlı Devletinin Karadağ’a asıl fetihleri Fatih Sultan Mehmet döneminde olmuştur.
İlk gelişimde de eski şehir kısmını çok sevmiştim Kotor’un. “Old Town” denilen bu kısma tarihi bir kapıdan geçerek giriyorsunuz. Kapıda şöyle yazıyor: “Başkalarına ait olanı istemeyiz ama bizim olanı da vermeyiz.” Masal gibi bir şehir Kotor; sanki eski taş evlerden az sonra Rapunzel saçını uzatacak ve genç bir oğlan kızın saçlarına tutunup kaleye tırmanacak diye beklerken başka bir taş eve takılan gözünüz “şimdi renkli elbiseli birkaç kadın balkonlarda dans etmeye başlar “derken bir Tony Gaflit filmi hayali kurmaya başlıyorsunuz. Başınızı her kaldırdığınızda ise ülkeye ismini veren Karadağ’ı görüyorsunuz tüm heybeti ile… Eski taş evlerin arasından geçip 1000 merdivenle ulaşacağımız Kotor kalesine bu gelişimizde tırmanmaya kararlıyız fakat bu planı ertesi güne bırakıp öncelikle bir şehre akşam girmenin tadını çıkarmak, insanlarla tanışmak istiyoruz.
“Hindistan’da tütün kaç para biliriz ama…”
Old Town Hotel’in kafesinde oturan seyyahların önünden birkaç kez geçiyoruz; önce çekiniyoruz aralarına katılmaktan ama bu mevsimde şehirde yürüyen pek insan yok, dayanamayıp kapıdan selam ediyoruz. 8-9 seyyah oturmuş, nerden nasıl geldiğini anlatırken kağıt oyunları oynuyor, gitar çalıyorlar. Dışarda şahane bir bahar yağmuru var. Seyyahlardan biri tütün sarıyor kapıda… o meşhur soruyla muhabbete davet ediyorlar bizi: “Nerdensiniz” (Where are you from) “Türkiye’den” der demez “geçen hafta oradaydım” diyen bir seyyah başlıyor anlatmaya. Sonrasında “nerdensin” deme sırası bize geliyor. Arjantin’den yola çıkan ve 3 aydır yollarda olan iki kuzenle muhabbet ediyoruz, en çok kedilerini ve annelerini özlemişler. “Özlemez mi insan kedisini” diyoruz. Ne diyelim. Hepimiz yola çıkarken kedi kıymetinde özleyecek bir şey bırakır ardında…
Tüm gece muhabbet ediyoruz seyyahlarla; onlar alışık bu tatlı muhabbetlere, biz ise doyamıyoruz. Saati sormak geliyor bir ara aklımıza; “burada hepimiz Hindistan’da tütün kaç para biliriz ama yola çıktığımız ikinci ayda saati unuturuz” diyorlar. Biraz öykünüyoruz sürekli yolda olma cesareti olan bu arkadaşlara… Onlar uyuklamaya başlayınca mumları sessizce söndürüp çıkarak hostelimizin yolunu tutuyoruz. Yağmur altında hava ılık ama deniz şehri olması sebebiyle şahane bir fırtına var, bizi bile uçuruyor. Kendimizi Dostoyevski kahramanı sanarak, rüzgarın bizi yönelttiği sokaklara kıvrıla kıvrıla, Raskolnikova güzellemeler dilimizde, büyük katedralin önünden kendi hostelimize varıyoruz.
Öyle estetik inşa edilmiş ki bu şehir…
Gülmekten ve muhabbetten öyle yorulmuşuz ki ertesi sabah nerde olduğumuzu unutarak uyandığımızdan olsa gerek şoktayız. Hızla çalan çan sesleri insanları bir tür seramoniye davet ediyor, camdan bakakalıyoruz. Herkes meydana koşuyor. Kotor masal şehir demiştik daha evvel. Buna bu sabah daha da inandık. Biz de masala ayak uyduralım diye pelerin tarzı ceketlerimizi giyip meydana iniyoruz ama biraz fazla kaptırdık masal işine kendimizi anlaşılan, bizden başka orta çağ elbiseli kimse yok meydanda… Şikayetçi değiliz; yola çıkmanın en haz verici yanlarından biri aslında dolaşamayacağınız gibi kendinizi sokaklara vurmak… İnsanlar bir tür seramoni yapadursun, biz kaleye doğru yol alıyoruz. Dha önce ziyaret edenler bir buçuk saatten önce çıkamazsınız demişti ama yarım saat sonra kalenin tepesindeyiz. Tepede iki ayrı manzara var: Kalenin arkası dağ manzarasına, ön kısmı deniz manzarasına bakıyor. Biz iki manzaraya dağılıyoruz ruh hallerimize göre… Bir süre sonra yağmur tekrardan başlıyor. Aramızda dağ yürüyüşlerinde tecrübeli olan arkadaşı önümüze alıp aşağı doğru yol alıyoruz.
Şehre tekrar indiğimizde “bir mekan arayalım, kahve içelim” derken Svedlana ile tanışıyoruz. Svedlana yirmi yaşlarında kırmızı kareli örtüleri ile şirin bir mekanın işletmecisi. Türkiye ziyaretinden yeni dönmüş ve bizi çok güzel ağırlıyor. Ertesi günlerde de Svedlana’nın mekanından şaşmıyoruz, ortodoks klisesinin hemen arkasındaki büyük meydanda Svedlana’nın kafesi… Zaten 16 bin nüfusu olan bir şehirde kime sorsanız size Svedlana’nın kafesini gösterir, tüm şehir bir mahalle edası ile yaşıyorlar, her gün aynı yüzleri görüyorsunuz. Fakat öyle estetik inşa edilmiş ki bu şehir, bir türlü bu yüzyıla uyarlayamıyorsunuz; şehrin mimarisi yaşayanların önüne geçmiş adeta…
Son günümüzde deniz kenarında yürümek istiyoruz. Tüm Balkan şehirlerinde olduğu gibi burada da hava dengesiz fakat muhteşem. Düne nazaran hava güneşli ve rüzgarsız denize bakmanın tadını çıkarıyoruz. Deniz dediysek Adriyatik denizi. Dünyanın en büyük denizi diye bilinen Adriyatik, bazı bilim insanlarına göre de dünyanın en küçük okyanusu… Dayanamayıp Kotor’un bir ucundan kasım ayında denize giriyoruz. Pişman değiliz. İnsan geçtiği bir şehirden bir daha geçer mi bilinmez, içimizde bir şey kalmasın diye oluyor ne olursa dünyada; varsın Adriyatik’te yüzmek içinizde kalmasın yolunuz Kotor’a düşerse…