Ne büyük çelişki, tren istasyonlarında davul zurna sesleri yanında küçük küçük göç hikâyeleri. İnsan kendi toprağını terk ederken ağlar, hem de nasıl, gözyaşları içine akar. Göç etmeye zorlanmış olunca elinde ne var ne yoksa iki kuruşa satarsın, alabildiklerin sandıklarda, alamadıkların sırtında. Gidenler senle beraber vagonlarda, kalanlar karşında el sallar. Uğultular ve selamlar, mendiller uçuşur havada, bir de bunun yanında davullar çalar, askere uğurlamıyorlar oysa…
Kim neye seviniyor, kim neye üzülüyor belirsiz. Duygu tutulması yaşanıyor, rayların soğuk görüntüsüne takılıyor bakışlar, nice ayrılıklar kederlerini son vagonun arkasına bağlıyor. Annem tren sesi duyunca çok kötü oluyor, farkındayım. Onun da kendi hikâyeleri var, pek anlatmaz aslında, bazen bir anına denk gelince dertleşir. Hayatımda sadece bir kez duydum ondan “tren sesi beni kötü etkiliyor” dediğini. Güçlü bir kadın, çünkü duygularını belli etmez ve ettirmez asla. Şikâyet ettiğini duymadım, ağladığını hiç görmedim. Üzülsen, iki söz söyler çeker tüm derdini içinden, öyle de bir manyetik gücü var, her anne gibi. Onun da bir hikâyesi var aslında, 1951 yılında Üsküp’te doğmuş. Dedemler altı erkek kardeşmiş, şu anda aralarından sadece biri hayatta, o da zaten İstanbul’da. En son, dedemin kardeşiyle, yani Fuat Amcayla Sirkeci garında görüşmüştüm, hem de dergi fuarında ve ne tevafuk ki Gerçek Hayat standında. Oysa hiç haberleşmemiştik, birdenbire karşıma çıkmıştı.
Dedemler altı erkek kardeş, annelerini de yanlarına alarak İstanbul’a göç etmeye hazırlanırken bir şeyler oluyor ve aralarından sadece dördü anneyle birlikte göç ediyor. Hiç göremediğim anneannem, 1956’da hastalanıp vefat ediyor. Annem beş yaşındayken, bir gün evde kadınların toplandığını fark ediyor. Hepsinin başında beyaz namaz bezi var ve o herkesi ağlatan soruyu soruyor: “Annem nerede?” O güne dair anlattığı tek şey şu: “Beni iki sokak ötede yaşayan anneanneme göndermişlerdi, annemin cenazesini görmedim ama kaçtım oradan ve koşar adımlarla eve giderken yolda birini gördüm, ‘Zehra senin annen ölmüş’ dedi, inanamadım ve eve gittiğimde annemin yatağını toplanmış halde gördüm, tek hatırladığım bu.”
Dedem, dört evladıyla yalnız kalıyor; annem, üçüncü evladı, iki ablası ve en küçük dayımla evde bir yıl boyunca yalnız yaşıyorlar. Anneme babaannesini soruyorum: “Gelemedi mi İstanbul’dan?” Hayır, diyor; göç ettikleri için henüz evrakları yok ve geri dönemiyorlar hemen. Mucizevi bir şey anlatıyor sonra: “Her akşam, babamız akşam namazını kılmak için camiye gittiğinde, biz pencerenin kenarında toplanıp onu beklerdik. Siyah bir köpek belirirdi avlu kapısında, babamız gelene kadar orada beklerdi, sonra çekip giderdi.”
Teyzem, daha çocukken ekmek pişirmeye çalışıyor. O da şimdi İstanbul’da yaşıyor. Üsküp’te evlendikten sonra eşi ve ailesiyle birlikte göç etmiş. Gülerek anlatıyordu geçenlerde: “Ekmek için hamur yapardım ama arkadaşlar oyun oynamak için dışarı çağırırlardı, biraz oynar sonra da eve koşardım. Pişirdiğim ekmekler taş gibi oluyordu, nedenini çözemezdim hiç.” Bir yıl sonra dedeme evlenmesi için birini buluyorlar ve şu an hâlâ hayatta olan anneannem ile evleniyor. İşte tren istasyonları ve o vagonların sesleri, tüm o garda yaşanan uğultular bana bunları hatırlatıyor. En büyük hayalim, bütün bu gerçek hikâyelerden örülmüş, Balkanlara yakışan bir roman yazmak. İnşallah bir gün bu hayalim gerçekleşir.
Roman demişken, yıllar önce bir hikâye yazmaya çalışmıştım. Üniversite yıllarında bir hocamız vardı, bize dersin dışında bazen kendi yaşantısını, ailesini anlatırdı. Rahmetli Mücahit Asimov Hoca, Türkoloji bölümünde onu herkes bilir. Manastır’ın Kanatlar köyünde doğmuş, belli bir süre Priştine’deki Türkoloji bölümünde öğretim görevlisiymiş. Onun bir kız kardeşi var, Nuriye, kendisi öğretmen ve büyük ihtimalle şimdi emeklidir. Hiç evlenmemiş, hayatı boyunca öğretmenlik yapmış, o köydeki tek Türk okulunda öğrenciler yetiştirmiş. “Sadece Türkler değil, onu herkes severdi” derdi hocamız. Aldığı maaşı zaten defter, kalem, kitap, çanta gibi çocukların, yani öğrencilerinin ihtiyaçları için harcarmış. Evinin önünden geçen çocuklar kapısını çalar, o da hepsine şeker verirmiş.
Hocamız onun hayatını anlatırken ben de ondan esinlenmiş, “Teşekkürler Nuriye Öğretmen” başlıklı bir yazı yazmıştım. Biraz hikayeleştirerek yeni bir şey denemek istemiştim. Hocamız o göç hikâyelerinin Manastır şehrindeki şahidiydi. O bölgeden göç edenler, gümrükten geçmesi için sandıklarını onların evine getiriyormuş. Görevli askerler evlerine gider, kontrolleri yapar ve sonra o sandıkları tren vagonlarına yükleyip İstanbul’a gönderirlermiş. Tabii ki eşyalarına aylar sonra kavuşurlarmış. Değerli eşyaları yanlarına almaları çok zormuş. Evlerini, topraklarını ucuza satıp o paraları yanlarına almak isteyenler farklı yollar denemiş. Hocamızın annesi, renkli ipliklerden yapılmış yolluklar dokurmuş. Birçok insan da o kilimlerin içine paralarını dokurlarmış gizlemek için. Ya da ekmeklerin içine saklarlarmış.
Hocamız bunun gibi anılarını anlatırken, ben hem Nuriye öğretmenin işine olan sevgisini, hem de bu tren istasyonlarında yaşananları harmanlayıp o küçük hikâyeyi yazmıştım. Hocamız dergimizden o sayfayı alarak çerçeveletip kız kardeşinin doğum günü için ona göndermiş. Kadın da onu evinde duvarına asmış. Bir zaman sonra Türkiye’nin Üsküp Büyükelçiliğinde bir resepsiyon vardı, orada etrafa bakınırken bir anda yanıma o dönemin askeri ataşesi yaklaşıp “Sen hiç utanmıyor musun” dedi. Dondum kaldım, karşımda bir askeri ataşe, apoletleri de omuzlarında, ne yaptım şimdi ben diye düşünüyorum; “Beni ağlatmayı başardın” dedi. Sonra gülerek ortamı yumuşattı, Nuriye öğretmeni ziyaret etmiş ve hikâyeyi okumuş, bana ondan bahsetti. Bir zaman sonra o hikâye karşıma farklı bir şekilde çıktı. Mücahit Hocam ile vefatından birkaç ay önce görüşmüştüm. Bana bir kitaptan bahsetti. “Leyla, sana yazarından imzalı bir kitap göndereceğim, kitabı oku, içinde bir sürpriz var, ben onu bir şekilde sana ulaştıracağım” dedi gülerek. Kitap elime ulaştığında hocamın da vefat haberini almıştım. Bir romandı, adı Hülle, yazarı Gazanfer Şanlıtop. Roman, bir olay üzerinden yola çıkarak Makedonya’yı anlatıyordu. İçerdeki bazı isimleri tanıyordum zaten. Sonlarına doğru romanın baş kahramanı eline bir dergi almış ve yazdığım hikâyeden etkilenip Nuriye öğretmenle tanışmaya gitmişti. Makedonya’dan uçakla Türkiye’ye dönerken de baş kahraman kullandığım bir cümleyi tekrarlıyordu.
İyi ki o tren istasyonlarındaki davullar Nuriye öğretmenin gidişi için çalmamıştı. Şimdi ne zaman bir tren görsem, davulcular sırıtıyor, insanlar ağlıyor. Kalanlar bütün bunları yazmak zorunda diyorum içimden. Ve her şeyi ancak küçücük bir şiire dökebiliyorum:
Sanmasın hıçkırık bir yerde ismin geçtiğini,
Belli ki kırık ruhun haykırışı o
İki tren garda selamlaşsa da,
Kavuşmaz bavulla mendil asla
Giden kalıyor biraz daha fazla…