“Balkanlardaki Türkiye, Anadolu’daki Türkiye’den daha büyüktür.” Böyle bir tabirle karşılaştığımızda ilk başta biraz irkilebiliriz. Hatta kimimizin dimağında biraz tuhaf bir etkiye de neden olabilir. Ancak hayatında uzun müddet hem Balkanlar hem de Türkiye serüveni olanlar, bunun temelindeki asıl manayı hemen idrak eder ve kendisini bu hissiyatın ufuklarına doğru yol alan kervanın içinde bulur. Bu kimseler söz konusu bu ifadenin meydana getirdiği çağrışımları yakinen bilir. Balkanlarda doğup büyümüş olmak bu açıdan bir avantaj sağlayabilir. Çünkü burada olup bitenlere bizzat şahittir. Yine o kimseler ki, “devlet-i ebed müddet (ömrü/süresi sonsuz olan devlet)” ifadelerine de bir o kadar aşinadırlar. Zira bilirler ki ilgili tabirlerin merkezinde, şehit kanıyla sulanmış toprağından aydınlık göklere doğru yükselen o eşsiz kokulu çiçekler diyarı, yani Anavatan vardır.
Şimdi bu ifadelerin künhüne (özüne) doğru kısa bir yolculuğa çıkalım. Neden Balkanlardaki Türkiye Anadolu’daki Türkiye’den daha büyüktür? Şöyle ki, Anadolu’nun o güzel insanının günümüz Türkiye sınırlarını çevreleyen fiziki sınırları hakkında “ne eksik ne fazla” gibi katı bir tutumu vardır. Bu bir devletin kati olarak muhafaza edilmesi gerekliliği bakımından elzemdir. Ancak böyle bir tutumun kadim ve manevi sınırların genişliği hususunda köreltici bir etkisi var. Türkiye’nin sınırlarının sadece günümüz fiziki çizgilerinden ibaret olduğu düşüncesi ne kadar etkisiz bir duruş ise, ileriye dönük devlet teşkilatlanması bakımından da o kadar ufuksuz, vizyonsuz ve sığ bir kısırdöngü demektir.
Balkanlardaki Türkiye’nin daha büyük olması demek ise; Türkiye’nin kadim bir devlet olması itibariyle hem güç potansiyeli hem millet olarak İslâm’a üstün hizmetler sağlamış olması; aynı zamanda hem çağ açıp çağ kapatan bir üstün devlet özelliğinin bulunması, hem de Balkanlarda varlığını sürdüren Türklerin Türkiye’yi anavatan bilmeleri. Böylece kendilerini buranın asli üyeleri olarak görmeleri ve özlerinin buraya ait olduğunu hissetmeleridir. Yani burada yaşayan soydaşlar fiziken Balkanlara ait, ancak ruhen Anadolu’ya. Böyle hisseden her kimse, dünyanın neresinde olursa olsun, onun için orasının manevi sınırları Türkiye’ye aittir. Bu aidiyet duygusu Balkanlarda, bilhassa Kuzey Makedonya’da çok daha güçlüdür. Bunun arkasında elbette ki bazı dinamikler mevcut, daha sarih bir ifade ile tüm yaşanmışlıkların toplana geldiği bir tarihi hafıza vardır. İşte bu tarihi hafıza hiç de yabana atılacak türden değildir. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için Anavatan’da son yüz yılda nelerin yaşandığına kısaca bir göz atalım.
Bundan tam 105 sene önce hepimizin aşina olduğu o Millî Mücadele kahramanlıkları Anadolu topraklarında vuku bulmuştu. Bu kadim milletin, istiklali (hürriyet ve bağımsızlığı) uğrunda nelere katlandığını her okuduğumuzda tüylerimiz diken diken oluyor. Yüksek bir iman ve vatan aşkı ile başlayan bu kahramanca mücadelenin kazanılması sonrasında maalesef arzu edilmeyen ciddi birtakım hadiseler yaşandı. Cepheye taşıdığı top mermisi ıslanmasın diye kundaktaki bebeğinin örtüsünü alıp örten anaların kurduğu/kurtardığı bir vatanın cumhuriyet yöneticileri tek parti döneminde “tek particiliği” bir bekâ meselesi olarak görmeleri sonucu, demokrasiye karşı ve dolayısıyla kendi milletine karşı bir despotizm (zorbalık) tavrıyla yaklaştılar. Bu necip milletin bin iki yüz yıldan beridir sahip olduğu manevi değerlerini bir yap-boz tahtasına mahkûm ederek oyun taşlarına dönüştürdükleri için, kamuoyunda devlete karşı bir küskünlük ve mesafe meydana geldi. 1950’li yıllara kadar söz konusu değerler üzerinde “yenilikçilik” adına çeşitli baskılar ve akıl almaz icraatlar gerçekleştirildi. Bu süreçte demokrasi ve milli irade hep suskun kaldı. Devlet yöneticileri halkın duyarlılığını gözetmek şöyle dursun dış ülkeleri memnun etme derdindeydiler. Dış siyasette politik dengeye öncelik tanıdılar. Küçük meseleler yüzünden itilaf devletleri başta olmak üzere herhangi bir ülke ile karşı karşıya gelmemek gerekirdi. Nitekim, Balkanlardaki Türk soydaşların haklarını korumak ve gözetmek gayesiyle kurulan Yücel Teşkilatı’nın önde gelen kahramanları, o zamanki Türkiye’nin bu anlamsız ve etkisiz dış politikasının kurbanı olmuşlardı.
Laiklik adına her türlü manevi değerin yok sayılacak derecede tecrit edilmesi Türkiye’yi İslam dünyasında yalnızlaştırıyordu. Türkiye için dış dünyadaki Türkler devletin merkezî ideolojisinin asli bir parçası mıydı? Tartışılırdı. Bu unsurlara olan bakış açısı uzak akraba toplulukları olarak görülmekten öteye geçemedi. Dış dünya demek Avrupa ve Avrupaî hayat demekti. İşte bu nedenle Anadolu’daki Türk milletinde psikolojik bir yalnızlık meydana gelmişti. Bu da mevcut sınır çizgilerinin varlığı yegâne ve değişmez olması demekti. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” safsatası bu dönemin bir ürünüdür.
Bu icraatlar Balkan Müslümanları tarafından da şaşkınlıkla izleniyordu. Şu var ki, Millî Mücadele sonrasında yaşanan bu vahim tablonun o kesif atmosferi Balkanlarda yaşanmadı. Dolayısıyla Balkanlardaki Türklük/İslamlık hikâyesine sadece bir mola verildi, ona da Osmanlı bu topraklardan çekilirken devamı gelecek manasında sadece üç nokta konuldu. Bu nedenle hikâyenin devamı elbette Osmanlı mefkûresi ile sürecek ve günümüz Türkiye’sine yine bu mefkûre penceresinden bakılacaktı. İşte tam da bu nedenle Balkanlardaki Türkiye Anadolu’daki Türkiye’den daha büyüktü.
Tüm bu yaşananlar Balkan Türklerini Anadolu’dan bir nebze de olsa ayırmadı, ona küstürmedi. Aksine bu topraklara duyulan özlem gün geçtikçe katmerleniyordu, çünkü burası Anavatandı. Dahası tüm bunlar bir tarihi hafıza oluşturuyordu. “Az sabır, kucaklaşacağımız o günler bahar mevsimi gibi bir gün mutlaka gelecek” umudu, yalnızlıkların içinde çileli gönüllerde hiç sönmeyen bir fener misali parlıyordu. Çünkü buradaki irfan sahibi o temiz gönüller Anavatan’ın bir “Devlet-i ebed müddet” olduğunu ta içlerinden biliyorlardı. Nihayet, 2000’li yıllarda bir yiğit çıkıp bu kısırdöngüye dur diyecekti. Zira bu köklü, kadim ve ebedi devlete birilerinin er gibi bakması lazımdı. Er bakanların bu hakiki nazarı, Er doğanların gelmesine vesile oldu. Er doğanlar hakiki tohumlar saçtı. Bu tohumlardan gürbüz Fidan’lar meydana geldi. Soylu ve Kalın gövdeli çınarlar olarak yeryüzünde ve yeraltında kollarını dört bir yana saldı. İşte Devlet-i ebed müddet’in “bölgesel sahiplenme”si böyle olurdu. Dünya âlem bilsindi. Artık zamanıydı, uzun bir aradan sonra ebedi Devlet tüm ihtişamıyla uyanmıştı. Üstat merhum Sezai Karakoç ne güzel demişti:
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.
Bu uyanmanın akabinde Devlet-i ebed müddet’te asırlarca iman ve irfanla yoğrulan o asil ruhların artık dile gelip konuşması gerekiyordu. Onlar devletin has evlatlarıydı. Yalnız kalan ve kırılan gönülleri tamir edeceklerdi. Nihayet evlad-ı fâtihan ile de kucaklaşmalar başlamıştı. Bu, büyük devlet olmanın asli gereğiydi. Yıllarca karanlık gölgeler arasında belirsizleşen devletin çehresi, artık herkese ışığını yetirecek bir güneş gibi doğmuştu. Kısaca uzun bir müddet beklenen o bahar gelip çatmıştı.
“Biz sizin yanınızdayız” ifadesi başlı başına bir “söz” olarak çok şey ifade edebilir. Ancak, bu sözün bir de eyleme dönüştüğünü farz edelim. Nitekim yüzlerce sözün ifade edemediği bir şeyi en küçük bir eylemin hakkıyla anlattığı çokça vâkidir. Ziyâ Paşa’nın: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” mısraı ne kadar manidar. Yani, insanın aynası iştir, bol keseden atılan lafların bir hükmü yok. O kişinin aklının/irfanının seviyesi yaptığı işte görünür. İşte buna 2000’lerden itibaren Anavatan Türkiye’mizin Balkanlara atfettiği önem ile şahit olmaktayız. Kuzey Makedonya özelinde ifade edecek olursak, 2005-2008 döneminde görev almış Üsküp büyükelçisi Taner Karakaş’ın yerel soydaşlarla gerçekleştirdiği kucaklaşma bugün bile büyük bir sevgiyle yâd edilmektedir. Sırasıyla diğer büyükelçiler A. Hakan Okçal, Gürol Sökmensüer, Ömür Şölendil, Tülin Erkan Kara, Hasan Mehmet Sekizkök ve bugün görevde bulunan Fatih Ulusoy. Hepsi birbirinden güzel işler yaptı. Bugün de aynı faaliyetler devam etmekte ve yıllarca devlet tarafından dışlanmış (bilhassa ülkenin doğusunda bulunan) Yürüklük bölgesindeki Yörük Türkleri ile gerçekleştirdikleri samimi ülfetleri yıllarca unutulmayacak. İşte bu, ufku ve hedefleri olan vizyonlu bir siyasi iradenin, aynı zamanda uzun bir istikrarın getirdiği paha biçilemez bir değerdir.
Burada anlatılmak istenenlerin daha vazıh bir şekilde anlaşılması için 5 Eylül 2024 tarihinde dışişleri bakanımız Sn. Hakan Fidan’ın Üsküp’e gerçekleştirdiği ziyarete yakinen bakılmasında yarar var. Sayın Fidan’ın Üsküp çarşısında esnafla gerçekleştirdiği sıcak ve samimi musafahası, Üsküp ve Balkanlar tarihine altın harflerle yazıldı. Hele burada bir esnafın “Tayyip Ağabey nasıl?” sorusunu Sayın Bakan’ın aynı samimiyetle “Tayyip Ağabey iyi” şeklinde cevaplaması bu ziyaretin özeti mahiyetindeydi. Balkanların bir Tayyip Ağabey’si vardı, defalarca ziyaret ettiği Üsküp’te yediden yetmişe herkesin gönlünde taht kurdu. Çünkü mevzubahis siyasi iradenin baş mimarıydı kendisi, ömrüne bereket. Devlet-i ebed müddet’in (adı geçen ve geçmeyen) has evlatları, yine kadim devletin çocukları evlad-ı fâtihan ile yıllar sonra da olsa buluşmuştu.
Günümüzde bulunduğu bölgede bir istikrar ve güven adası konumunda bulunan ve yükselen Devlet-i ebed müddet’in, emperyalistler tarafından ayağına vurulan zincirleri tek tek kırmış olduğunu büyük bir iftiharla izlemekteyiz. Zira günümüz Türkiye’sinin gücü ve mefkûresi mezkûr sınırları çoktan aştı ve şekillendirici bir etkiye sahiptir. Balkanlardaki soydaşların bu durum karşısında ne kadar gurur duyduğuna bizzat şahit olmaktayız. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında göçe zorlanan evlâd-ı fâtihan’ın geri kalanı yıllarca dışlanmış ve çeşitli psikolojik baskılar ile dünyadan soyutlanması amaçlanmıştı. Öksüz gözüyle bakılan Balkanlardaki soydaş, Anavatan’ın has evlatlarının etkili siyaseti ve bölgesel sahiplenmesi sayesinde artık Anadolu’nun kıymetli mirası olarak muamele görmektedir. Bölgedeki Anavatan hissiyatı “Balkanlardaki Türkiye Anadolu’daki Türkiye’den daha büyüktür” şeklinde devam etmekte. Ancak Reis-i Cumhur Tayyip Ağabey’in tensipleri meseleye yeni bir boyut kazandırmıştır: “Türkiye, Türkiye’den büyüktür.” Vira bismillah. Halep oradaysa, Üsküp burada. Vesselam.