Bazı olaylar ve sözcükler insanı yıllar öncesine götürüyor. Çok ciddi bir toplantı esnasında duyduğun bir cümle mesela. O bir cümleyle ta çocukluğuna dek gidebiliyorsun, bir sözcük seni bütün bir konuşmadan kopartabiliyor. Bir kitap başlığı da olabiliyor bu. Yazdığım köşenin ismi “Üsküp Mektupları”, Üsküp deyince sadece bir şehir olarak bakmamalı, Üsküp deyince Rumeli akla gelmeli, Balkanların farklı farklı milletlerinin bir arada yaşadığı Makedonya akla gelmeli. Üsküp deyince Gostivar, Kalkandelen, Ohri, Debre, Çalıklı, Konçe, bütün bu coğrafya gelmeli akla.
Bu sayıya, hepimizin karşılaştığı bazı sorunları mı, yoksa bizlerin zaaflarını ya da sevinçlerini mi yazsam diye düşünüyordum. Köşenin adı bir de “mektup” olunca ister istemez daha nostaljik bir hava veriyor. Bunu uzun zaman birbirinden habersiz yaşamış iki kardeşin mektubu olarak da görebilirsiniz. Sanki yeniden buluşmuş ve geçen bu süre içinde bu mektuplarla birbirleriyle dertleşmiş kardeşleriniz olarak görmeniz için devamlı hep bizi anlatıyorum. Yeniden tanışır gibi hem de. Aslında içimde tuhaf bir duygu seli beliriyor her yazımın başında, heyecan da keza, her yazımın başına şöyle bir cümle ekleyesim geliyor: “Siz gittikten sonra kardeşlerim, bizler burada…”
İşte böyle duygular bunlar. Sözcükler bazen yaralı, bazen umutlu, bazen de kızgın olabiliyor. Ama iyi ki varsınız, her şeye rağmen biz de iyi ki buralarda kalmışız, bunda da bir hayır vardır mutlaka. Biz bu topraklarda varlığımızı sürdürürken emin olun kimliğimizden bir şey kaybetmedik. Özümüzden hiçbir şey kaybetmedik.
Beni bu duygulara itecek kadar eskilere götüren şey, bugün karşılaştığım bir kitap oldu. O kitap Üsküp’e ulaşmış, bir yayınevinin masası üzerindeki yerini almış, üzerine de “Çevirisi yapılacak” diye bir not eklenmiş. Uzaktan baktım, kalınca bir kitaptı. İsmi dikkatimi çekince yakından baktım: “Ben, Öteki ve Ötesi”. Ben ve ötekiyi çok duyduk ama buna bir de “ötesi”nin eklenmesi kitabın derinliğinin habercisiydi. Yazarının Sayın İbrahim Kalın olduğunu görünce tamamdır dedim, bu kitap mutlaka okunmalı, okunacaklar listesinde en başa çıkmalı. Fakat kitabı sadece birkaç dakikalığına inceleme şansım vardı; içindekiler, rastgele açtığım sayfalarındaki bazı cümleler ve yazarın özgeçmişi, kısa tanışmamızdan sonra aklımda kalanlardı.
Doksanlı yıllarda biz ve ‘öteki’
Birçok yazımda kendimizi anlatırken ister istemez ötekilerini de anlatmak zorunda kalıyorum. Bizleri bu topraklarda nasıl “ötekileştirmek” istediklerini ama her şeye inat özümüze nasıl sıkıca sarıldığımızı anlatıyorum. Bütün bu savaşlar hep bundan sebep değil miydi zaten?
Doksanlı yılların ortasında, lisede öğrenciyken okulumuzda sadece bir Türk sınıfı bulunuyordu; sadece bu yüzden “multi-etnik” bir havası vardı. O dönemde bazı Avrupa ülkelerinin dernekleri buralara gelip farklı farklı projelerle ülkemizi “kalkındırmaya” çalışıyordu. Nedense hep karışık kültürlerin bir arada nasıl daha ferah yaşayabileceği üzerine konferanslarla, “ötekinin” toplumdaki yeri ve karşılaştığı sorunları anlatan konuşmalarla karşımıza çıkıyorlardı. Yani bir takım pilot projeleri hep bizde uyguluyorlardı. Amaç sadece bir projeyi tamamlamak mıydı, yoksa gerçekten bizim refahımızı mı düşünüyorlardı? Lisede yabancı dil olarak İngilizce görüyorduk ama bilimsel bir konuşmayı anlayabilecek kapasitede İngilizcemiz yoktu. Farklı bir dilde konferans dinlemek “havalı” geliyordu yine de. Aramızda konuşuyor, öğretmenin bakışlarıyla ciddileşiyorduk. İlginç olan, konuşmanın konusu “öteki” olmasına karşın konuşmacı bize “ötekinin” dilinden konuşuyordu. Pek bir şey anlamıyorduk ama “the other” sözcüğünü her andığında iki eliyle tırnak işareti yapıyor olması gülmemize neden oluyordu.
O günden sonra, “öteki” sözcüğünün her zaman tırnak işaretleri içinde yazılması gerektiğini öğrendik. Her ne kadar bu konuda bin takla atsalar da bu sözcük büyük bir ihtimalle kendi sınırlarını bu işaretle hep koruyacak ve cümle içinde hiçbir zaman diğer sözcüklerle eşit olmayacaktı. Ötekine daha o yıllarda bir kaftan giydirilmişti. Fakat biz bu ülkede yaşayan bütün azınlıklardan biri olsak da asla kendimizi öteki olarak görmedik. Aslında diğer milletler de kendini öteki olarak görmedi hiçbir zaman, hepimiz bütünü tamamlayan birer “ben”dik. Bizleri zengin kılan, farklılıklarımız içinde hoşgörü ve adaletli yaşam tarzlarımızdı. Zaten kıskanılan da bu değil miydi?
Avrupa’nın, kendi içindeki “öteki”ye saygısını bilmeyen yok. Şimdi kalkıp bize onlar hakkında ders vermeleri komik. Bütün ülkeleri parçaladıktan sonra gelip bize birleştirici nutuklar atmalarını çok yapmacık buluyorum.
Seksenli yıllarda biz ve ‘öteki’
Seksenlerde, bizim mahallenin de kendi sınırları vardı. Üç-dört sokaktan oluşan bir mahalleydi; bizim sokakta Türkler, bir üst sokakta Arnavutlar, yan sokakta Boşnaklar, bir alt sokakta ise Torbeşler yaşıyordu. Bütün bu sokakların tiyatro binasının avlusuna çıkışı vardı. Çok büyük bir alan olduğu için futbol oynayan oğlanlar, yeşillikler üzerinde evcilik oynayan kızlar, piknik yapmaya çalışan, farklı dillerde konuşan çocuklarla doluydu. Hepimizin ortak noktası ise Müslüman oluşumuzdu. Birbirimizi asla “öteki” olarak görmüyorduk. Oynadığımız ilginç bir oyun vardı, “topka na camiya”, yani “camiye top atışı”. Kiremit parçalarını 5-6 parça yuvarlak şekilde oyuyor, üst üste dizip bir minare yapıyorduk. Dizilen bu parçalara belli bir mesafeden top atışı yapıyorduk ve hepsini deviren kazanıyordu. Biz bu oyunu bilinçsiz bir şekilde oynuyorduk, kazanan mutlu oluyordu ve hep bir ağızdan “topka na camiya” bağırıyorduk. “Öteki”nin oyununu bizim mahalleye getiren kimdi? Benliklerimizden uzaklaştırmak isteyen kimdi? Bütün bu pilot projeler neden hep bizim üzerimizde uygulanıyordu? Şimdi mahallede oynanan oyun kaldı mı bilmiyorum, çocuklarımızı parklarda bile yalnız dolaştırmaktan korkar olduk, evde bilgisayar başında veya tabletlerle oynuyor hepsi, birbirinden habersiz tam bir “öteki” oldular yani.
Bu da yetmezmiş gibi, son dönemlerde tuhaf haberlerle bütün anne babaları ayrı bir korku sardı. Siyah maskeli adamlar çocukları koşturup çalmak istiyorlar. Düşünsenize, gün ortasında yüzlerinde siyah maske olan birileri çocukları kovalıyor. Birkaç aydır bu gibi haberler yayınlanıyor. Bu da mı bir oyun, bu da bir pilot proje mi anlamak çok zor. Her halükarda, artık oyunlar mahallede değil, evlerin içinde oynanıyor. Artık mahalleler içinde hiçbir çocuk farklı kültürden birini tanımıyor olacak. Birbirinden habersiz ve birbirinden korkan bir toplum olarak geleceğe doğru adım atıyoruz.
Bugün tanıştığım belki bir kitabın sadece başlığıydı ama bu kitap daha geniş bir perspektifi içine alarak sadece “öteki” olanı tırnak içine almıyor, “ben, öteki ve ötesi” diyerek aslında tam da söylemek istediklerimizin izahı oluyordu. Bu kitabın en yakın zamanda bütün Balkan dillerine hatta dünyanın bütün dillerine çevirisi olacağını umut ediyorum.
Not: Bu yazı Gerçek Hayat Dergisi’nde yayınlanmıştır.