“Rüyada beni gören, onun gerçekten ben olduğumdan şüphe etmesin, çünkü şeytan benim suretime benzemez.” (Buhari)
Bir zamanlar “ilim” ve “hikmet”in fakirliği fark edilirdi, lâkin sorulması gereken soru, fakirlik hakikaten bu muydu, yoksa fakirlik böyle bir şeyi anlamamanın şuuru muydu? Kanaatimce o dönemde de şimdi de var olan en büyük fakirlik, zamanın işaretlerini okuyacak farkındalığın olmamasıdır. Bu derin bir boşluk olup, nadir insanlar içindir| ancak daha geniş bir alanı kuşatan ve Allah’ın rahmeti olarak nitelendirebileceğimiz bir şey var ve bunun için herkesin durup, gürültü yapmayı bırakıp – büyük sessizliği anlamak için, en azından büyük bir yalnızlık içinde yalnızlığı anlayacak şekilde anlamak için – kendini dinlemeye başlar. Bunun neden farkına varamadık? Bizim için Kutsal olan nedir? Bizim Kutsalımız var mı?
Geçmişte çeşitli konular tartışılmıştır: metafizik olan rasyonel olanın alanına girmiştir ve bunun tersi de geçerlidir; veya bilgi cehaletin karşısına dikilmiştir ya da tam tersi, her hâlükârda ikisi de usanç vericidir çünkü ikisine de ihanet ve düzenbazlık bulaşmıştır. Balkan komünizmi döneminde din yasağını çok iyi hatırlıyorum, bunun Arnavutluk’taki daha vahim versiyonunu da unutmuş değilim. Bu tür fenomenler, çeşitli zorluklara dayanabilen kalıcı bir hazırlık geleneği gerektirir; çünkü bu, başka hiç kimseye boyun eğmeye cesaret edemeyen evrensel insanla Allah’ın Sözü’nün sürekli ve mahrem iletişimi veya deneyimini teşkil eder.
Bugün “süperzekâdan” başlayıp eşi benzeri olmayan bir “ahmaklığa” kadar varan bir çerçevede dinin nasıl konuşulduğuna tanık oluyoruz; Biruni ve Einstein’ı bile geride bıraktığımız zamanlar oluyor… Ama bunları çok kapalı bir kapasiteyle geçiyoruz; örneğin, bugün tüm teolojimiz yaklaşık 7-8 terim içine alınmıştır: vahiy, aşkınlık, metafizik, kehanet, cennetlik, uyuzluk… Ve gördüğünüz üzere, bu durum dilin gücünü unutturuyor. Günümüz din dili kutsallığını yitiriyor, bu yüzden özellikle pazar dilinin “mihrab” ve “kürsülerimizde” kullanıldığı bu dönemde “ruhsuz” yorumlara sahibiz!
Tüm bu zikredilen hususlar bir problemdir ve bunun nasıl üstesinden gelineceğini, durumun nasıl iyileştirileceğini, müminin evrensel bir şekilde Allah’ın Kelamı ve özellikle de Peygamber sevgisini (sav) anlamasını nasıl sağlayacağını düşünmeyi gerektirir. Bu sadece idi –idi –idi -… tarzında karışık kelime dağarcığına güvenerek yapılmaz, aynı zamanda onu kalıcı şekilde canlı tutmaya çalışmak derin bir bilgelik gerektirir – çünkü Balkanlar için bilgelik “Buzdolabına” kaldırıldı, zira etrafımız “askeri” terminolojiyle çevrilidir (okuyun: “komutanlarla”). Durup kelime dağarcığımızı temizlemeye çalışmalı, savaşsız savaş ve bilimsiz bilim aldatmacasına teslim olmamalıyız, çünkü bir metafizik olmadan yaşayamayız, Allahın Sözü ve onun bilgeliği olmadan yaşayamayız; bu, günümüzde tüm dünyanın mücadele ettiği medeniyetleri yaşatmış ve yaşatmaya devam eden unsurdur. Metafizik – yani rüya – ağırdır, ama insan içindir.
Öyleyse peygamberlik metafiziğinin keyifli derinliklerini deneyimlemenin veya içine dalmanın yolu nedir? Bir zamanlar, ender evlerde, ender insanlarla, şekersiz kahve eşliğinde, sofistik, mistik derinlik ya da Peygamber “sahabesinin” derinliği konuşulur, yaşanırdı… Bu, sadece Peygamber efendimiz s.a.v. zamanında yaşayan birinin onunla arkadaş olması anlamına gelmiyor, bu zamanda da bizler Peygamber efendimizin s.a.v sahabelerinin yerini alabilmeliyiz. Allah Kelamını nasıl deneyimlediklerini; Peygamber’e (sav) nasıl uyduklarını; onu nasıl algıladıklarını kavrayabilmeliyiz; bakalım kendisine, onun ailesine, çocuklarına, hayvanlara karşı nasıl davrandığına; temizliğe, her şeyi yapma fırsatına sahip olan ve bunu asla kötüye kullanmayana, diğerinin dürüst bakışına ne kadar önem verdiğine; çünkü o hiçbir zaman intikam almaya çalışmadı, mefkûresi hep insan ruhunun kurtuluşu oldu. Peki biz imanımızı nasıl görebiliriz? Öte yandan, biz bugün sahip olmamız gereken ruhi güvenlik ve sevgi dışında her şeye sahibiz. Evlerimizde, ailemizde, camilerimizde öyle bir şey yok, çünkü bu değerler unutuldu, meleklerin ve Hızır (a.s.)’ın derinlikleri tükendi… Bugün kimse kimseye Peygamberi rüyanda gördün mü diye sormuyor?
Bu alan, Allah’ın insanlara verdiği vahyin evrensel gücü olmuş ve olmaya devam etmekte olup, metafiziğin muhteva gücünü kapatmamıştır. Fakat bu durum, onun kötüye kullanılmadığı anlamına gelmez, zira “suiistimal” başlı başına bir “kuvvet” haline gelmiştir. Burada çok “basit” bir şekilde isimlerini zikretmeyeceğim iki mümin hakkında duyduğum iki gerçeği aktarmaya çalışacağım. Peygamberimizi rüyada görmek Kendisinin de buyurduğu gibi, ona olan sevginin yenilenmesi için bir argüman olmuştur ve olmaya devam etmektedir: “Beni rüyada gören, beni gerçekten görmüştür, çünkü şeytan benim şeklimde görünmez.” (Muslim)
Namus ve mukaddesatın mânası hatırına, iki kişiden Hazreti Muhammed’i rüyada gördüklerini işittiğimde sadece neler hissettiğime değineceğim. Bunlardan biri Muhammed’in babası, diğeri ise bir doktor. Arnavutluk’tan bir genç olan ilk şahıs, sınırlar açılır açılmaz orta öğretim öğrencisi olarak Yunanistan’a gidiyor; dindar bir aileden gelmesine rağmen din konusunda pek bilgili olmadığı aşikâr. İyi eğitimli ve iyi ahlaklı olan bu çocuk, Hıristiyan dinî karakterli ve yatılı eğitime sahip bir okulda doğru bir şekilde eğitimine devam etmekte. Çocuğun hangi dine mensup olduğuna bile bakılmadığı o okulda başka bir semavî dinden bahsettiği anlaşılmaktadır. Dinî sorumluluğunun bilincinde olan okulun velileri/öğretmenleri, bu çocuğun güzel davranışlarını gözlemlemiş, çocuğun yalan söylemediğini, aldatmadığını, hakaret etmediğini, emanete hıyanet etmediğini ve insanları neye inanıp inanmadıklarına göre ayırt etmediğini görmüş, büyük bir tutkuyla çocuğun ruhunu kurtarması için yalvarmaya başlamışlardır. Tabii bunun için vaftiz edilmesi gerekliymiş. Vaftiz eyleminin derinliği ne olursa olsun, resmi yönünün de bir ağırlığı vardır. Ancak mezkur çocuk, eğitimi nedeniyle, onu dinî kurtuluşa çağıran öğretmenlerin sevgisini kırmadan, sessizce bu işi geçiştirmeye çalışır. Günler geçer, okulun bitme vakti yaklaşır ve bir gün Hıristiyan rahibelerin ertesi gün vaftiz törenine girme isteklerini “kabul eder”.
Böyle bir adıma karar verir vermez uykuya hazırlanır ve metafiziğin gücüne, sahip olduğu derinlik ve evrensel kurtuluş gücünün kendisine sunduğu heyecan verici dokunuşla iradesi dışında boyun eğmeye başlar. Dinî bilgilere pek aşina olmadığı, bilgilerinin doğduğu evin geleneğinden alabildiği kadarıyla sınırlı olduğu, bunların da dünya genelinde şahsına münhasır komünizm/enverizm şartlarında pek de İslâmı uygulamayan velilerinden edindiği bilinir. O gece bunca metafizik çileden sonra bu gence, Peygamber (sav) rüyasında göründü, fakat o, hâlen başına gelenlerden habersizdi; Rüyanın bitiminden sonra oldukça sessizce ve gözlerinde yaşlarla kendine sakladığı harika bir olay yaşamıştı. Bugün bundan bahsederken, rüyada kalbin kabul ettiği nadide bir güzelliğe sahip bir vücutta özel bir nur görünce korkmadığını; tek kelimeyle mutlu olduğunu, çünkü Peygamber Efendimizin yukarılarda bir yerde oturduğunu ve kendisine: “Ben Allah’ın Hakikatiyim, bu sana yeter!” dediğini söyler. Bu mümin kardeşimden bana o anı anlatmasını istedim ama bana söylediği tek şey şuydu: “Lütfen, bu benim özelim ve benimle kalmasını istiyorum çünkü o zevki asla unutmayacağım!” Böyle bir şey hakkında önceden pek bir şey bilmiyormuş; ertesi gün gördüğü rüyadan sonra okul öğretmenlerine ondan istedikleri şeye hazır olmadığımı söylemiş. “Ertesi gün, hâlâ o büyük rüyanın etkisinde olarak ailemi aradım, babamla konuştum ve şöyle dedim: Baba dün gece bir rüya gördüm sen ne düşünüyorsun? Rüyamda gördüğüm adam bana dedi ki: Ben senin peygamberin Muhammed’im ve ben Allah’ın insanlara bahşettiği Hakikatim.” Babanın cevabı şu oldu: “Evet oğlum bu doğrudur, insanlık için son peygamber Hz. Muhammed’dir (sav) ve biz Müslümanlar kendisine Kur’an indirilen, hadis ve gelenek hediye edilen o peygambere inanıyoruz, Biz Müslümanlar, komünizmden önce Hz. Muhammed’in doğumunu kutlardık, evlerde ve mescitlerde mevlüd okunurdu.”
Diğer şahıs ise doktor, eğitimli, yurt dışında eğitim görmüş, yüksek tahsil ve öğretim görmüş; hastanede çalışan ve hem kendine hem de karşısındakine sevgi, saygı dolu davranışlar sergileyen biri. Kendisine kimi sağlık sorunlarım olduğundan bahsetmiştim ve her zamanki sakin hâli ruhiyetiyle muayenehanesinde görüşmeyi, orada hem sağlık sorunlarım hem de genel ahvalimiz hakkında konuşup konuşamayacağımızı sordu.
Gittim , görüştük, ancak maske takmak ve kendimizi virüsten korumak zorunda olduğumuz fiili durum nedeniyle dikkatliydik. Günümüzde sıradan insanın karşı karşıya olduğu ihtiyaç ve sorunlardan, büyük manevi ve kültürel krizden, münhasıran ekonomik bolluk krizinden, otoparksız şehirler ve insan kibrinden, özellikle de “başarısızlığı” kazanmak için hiçbir şeyi esirgemeyen siyasi partilerin yoksulluğundan bahsettik. Ulemaya karşı gösterdiği ilgi ve saygıdan çok etkilendim, bana bir solukta şunları söyledi: günümüzde ilim insanlarının sayısı çok olmasına rağmen, bugünlerde göremediğimiz bazı eski hocaları hatırlıyorum. Bunu söyledikten sonra kısa bir sessizlik oldu ve gözleri dolmuş bir vaziyette bana baktı: “Dostum, sana ailemden başka kimseye söylemediğim ve söyleyemeyeceğim bir şey itiraf edebilir miyim?!” Doğal olarak tabii dedim. “Birkaç sene önce Peygamber Efendimizi (sav) rüyamda gördüm” dedi. Ne demeliydim? “Modern kültür” nedeniyle ne yapacağımı bilemedim, kalkıp ona sarılmak istedim ve ona “Oturduğum yerden sana sarıldığımı bil.” dedim. Tekrarladı: “Bunu kimseye söylemem.” Ben de ona dikkatli olmasını söyledim çünkü bu tekrarlanmayan ve herkes için mümkün olmayan bir an. Bu bir işarettir, peygamber geleneğinin mümkün kıldığı kalıcı bir olgudur; Allah’ın bir armağanıdır; ne de olsa rüya boşuna değildir; rüyalar kurtuluşu da, felaketi de göstermiştir.
Yusuf a.s.’ın durumunu ve onu zindandan kurtaran ve onu Mısır’ın kurtarıcı kralı, Mısır mitolojisinin arındırıcısı yapan rüyayı hatırlayın; Babası Yakub a.s. ve kardeşleriyle buluşmasını hatırlayın, Kur’an bile bunu ahsenu’l-kasas (en tatlı hikayelerden) olarak tanımlamış! Mezkur doktor kardeşim şöyle dedi: “İnan bana, Peygamber Efendimizi (s.a.v.s) rüyamda görünce, adeta nefesim kesildi: huzurunda dizlerimin üzerine oturdum, güzelliği büyüleyiciydi, hayatın güzelliğinin ta kendisiydi, daha önce hiç bu kadar güzel bir şey görmemiştim ve bugün de göremiyorum. Ona nasıl hitap edeceğimi bilmiyordum; dizlerimin üstüne çöküp ‘Ey sevgili Peygamber, ey Muhammed amca…’ dedim. Bunu unutamıyorum, bu güzellik beni yaşatıyor; bu benim hayattaki en değerli anım; bu deneyimi asla hiçbir şeyle kıyaslayamam, ne mesleiğimle, ne de diplomamla…”. Bundandır ki, Hz. Peygamber Efendimizi (s.a.v.s) canlı gören ilk neslin, ilk nesil olduğu söylenir…
Tüm bunlarda görülen bir hakikat özelliği de şudur: hem birinde hem de diğerinde Peygamber Efendimizin (sav) tasviri, sahabenin onu tarif edişiyle hemen hemen aynıydı: Güzeldi, yakışıklıydı; nuru emsalsiz güzellikte, adeta yere düşüp yürüyen güneş gibiydi (Ebu Hüreyre); tek başına kurtuluş veren ışık – hidayet gibiydi; görünüşü erildi. Ne uzun ne de kısaydı. Ayşe r.a. sanki ay üzerinde parlıyormuş gibi parlak bir yüze sahip olduğunu anlatırdı. Gözleri kahverengi ve parlaktı. Saçları ne çok kıvırcık ne de çok düzdü. Geniş ve gür bir sakalı vardı. Adeta ikisinin de dediği gibi: Ne zaman rüyayı hatırlasam susuyorum ve gözlerim yaşlarla doluyor. Sübhanallah.
İşte din ile temasın daimi olması ihtimali; ilahyâtımızı ve kültürümüzü bir rüyaya çevirelim demiyorum, ama bu çağrıyı Allah’ın bize verdiği daimi bir hediye imkânı olarak anlamamız gerektiğini söylüyorum; bugün sohbetlerimiz, derslerimiz, din olarak dindarlığımız boş; biz bugün mümin, bilge-alim olmak istediğimizde; daha ziyade kibirli, ukala olmayı, boş ve kuru terminoloji kullanmayı bir ihtiyaç olarak görüyor ve bunu yaparken, Allah’ın bir ayetini tefsir ettiğimizi sanıyoruz. Ne de büyük bir cehaletimiz var: bugün camiler dolusu mümin var, istatistikli sosyoloji bunun için köktendinciliğin yükselişte olduğunu söylüyor, öte yandan da rüya türünden olası imkânlarımızı, bahusus Peygamber (sav) sevgisini unutuyoruz: birbirimizle konuşalım, birbirimiz hakkında konuşalım, özellikle de çocuklarımızla konuşalım, onlara güzel hikayeler anlatalım, onlara mevlüdü okuyalım, hem de Peygamber Efendimizin (sav) doğumunun anıldığı an ayağa kalkarak; sahip olduğumuz adaleti, sahip olduğumuz özeni, dini tecrübelerimizi ve yaşadığımız cezaları ya da anne babamızın geçmişteki zor zamanlarda işyerlerinde yaşadıklarını onlara anlatalım; bu dünyanın çıkarlarına ve gücüne tabi olan insanın tehlikeli yüzünü onlara göstermeye çalışalım; zulmün ve zalimin bir hiç olduğunu, eşikte oturup Allah’a dua eden sıradan bir insanın gücüne bile sahip olmadıklarını onlara anlatalım.