Sınırlar ayırsa da bazı şehirler hep kardeş kalır. İnsanları birbirine benzer, şehirlerin kokusu yüzlerine, ruhlarına siner. Vardar Ovası türküsünde geçen Şar Dağı’nın eteklerinde yerleşmiş iki şehir var; biri Makedonya sınırları içinde, diğeri Kosova sınırları içinde kalmış. İkisi de sırtını Şar Dağı’na yaslamış; düşmandan korunan iki asker gibi birinin elinde Kalkan (Kalkandelen-Tetova), birindeyse Zerrin (Pür Zerin-Prizren).
Yoluma yeşillikler eşlik ederken, Üsküp’ten ayrılalı yarım saat olmuştu. Yolculuk esnasında küçük küçük köylerden görünen minareler selama durmuş gibi bu yoldan geçenlere bakıyordu adeta. İşte Şar Dağı, bütün heybetiyle tam karşımda, saçlarına ak düşmüş yaşlı bir komutan gibi başı dumanlı.
Kalkandelen şehrine ne zaman gelsem, bu şehrin süslü gelinleri gibi çiçekli allı pullu Alaca Camii’nde durup soluklanmayı seviyorum. 1495 yılında Hurşide ve Mensure Hanım adlarında iki kız kardeş tarafından yaptırılan cami, 1833’te zamanın meşhur muhafızlarından Recep Paşa’nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından yeniden inşa edilerek genişletilmiş. Söylentiye göre süslemeler için üç yüz bin yumurta kullanılmış. Resimlerle süslenmemiş bir tek nokta bile yok. Cami içi süslemelerinde İstanbul manzaraları, hatta İstanbul camilerinin resimleri bile var. Bir rivayete göre, bu camiden yolu geçip de içinde üç saat uyuyan kimse hayatı boyunca kâbus görmezmiş.
Osmanlı-Barok ve neo-klasik stilin bir karışımı olan caminin etrafı yeşillikler içinde; Pena nehrinin şırıltılarıyla beraber insanın ruhuna huzur veren bir havası var. Bu şehirde doğup büyümüş çok arkadaşlarım var, hepsini çok severim, açık sözlü, kimliğini bilen ve koruyan insanlar. Adına yakışan bir şehir, sanki sihirli bir kalkanla korunmuş tüm değerleri.
Bizim bu taraflara önceden öyle çok turist gelmezdi. Şimdiyse Üsküp’ün Türk çarşısında bir gezintiye çıksan o kadar çok Türk görürsün ki kendini adeta Türkiye’de hissedersin. Bir de Çinlileri görürsün başında şapkaları ile. Eskiden yabancı birilerin burayı ziyaret etmesi için savaş olması gerekiyordu. O da olayları takip edip haber yapmak için tabii. Ya da Avrupa gözlemcileri, bilemedin NATO askerleri çıkardı bazen şehri gezmeye. Bugünkü gibi gözle görünen bir artış yoktu turizmde.
Bir anda Türkiye’den bu kadar çok turist nasıl geldi diye sorarsanız, birkaç sebep var söyleyecek. Elveda Rumeli dizisini bilirsiniz, bence etkisi büyüktür. Bir de Türkiye’de, halkın karşısına çıkıp konuşma yapan Türkiye Cumhurbaşkanı veya Başbakanı, bazı şehirleri selamlıyor başta, bilseniz nasıl seviniyoruz bizim şehirlerin adı geçtiğinde. O küçücük selam bizlere omuz oluyor, “biz yanınızdayız” dermişçesine, özlemini çektiğimiz o vatan hasretine, yalnız kalmışlığımıza merhem oluyor. Bir yandan da Makedonya’nın turizmini canlandırıyor elbette. Ancak bizler kimiz, nasıl yaşadık, nasıl kaldık bu topraklarda diye anlatabilmek için sanırım daha çok zamanın geçmesi lazım.
Son dönemlerde bu topraklara gelip, sanki yeni bir yer keşfediyormuş gibi bir şaşkınlık ifadesiyle “Vay be bu topraklarda Türkler de varmış, siz ne zaman öğrendiniz Türkçeyi, ne zaman göç etmişsiniz buralara?” gibi sorular çıkıyor karşımıza. Alıştık hepsine. Bu toprakları bilen, ruhunu çok iyi tanıyıp havasından nefeslendiğinde ciğerlerine kadar kendi ecdadının ruhunu hisseden de var. Bu konuda uzman olduk nerdeyse; “Bu bizi biliyor, şimdi kesin soracak siz ne zaman göç etmişsiniz buraya” diye iddiaya girdiğimiz bile oluyor bazen.
Gelgelelim 2001 yılında Kalkandelen şehrinde yaşanan o olaya… Bir dönem buraları karışıktı biraz, iç savaş ha çıktı ha çıkacak. Hepimizde umutsuzluk, yine mi kan görecek bu topraklar diye bir tedirginlik vardı. Olayları takip etmek için de Türkiye’den gazeteciler geliyordu bazen. Ramazan ayına denk gelmişlerdi. Kendi ülkelerinden uzak, seferi ve de zor görevleri yüzünden oruçlu değillerdi. O konu elbette yalnız onları ilgilendirir ancak Kalkandelen’in ortasında Türk olup da sokakta su içtiklerini gören halk bayağı bir kızmış, hatta saldırmıştı. “Sen misin Müslüman olup herkesin içinde su içen”, vay anam vay.
Ramazan ayında Müslüman halkın çoğunlukta olduğu yerlerdeki Hristiyanların büyük kısmı, Müslümanlarla aynı ortamda bulunduklarında bu gibi şeylere çok dikkat eder, saygıdan çok kere yanlarında bir şey yemez ve içmezler. Bu topraklarda kimse kimsenin orucuna karışmaz aslında, haramına helaline karışmaz. Oruç tutmayan biri de herkesin içinde bunu belli etmez. Bir iyilik bile alenen yapılmaz, gizli tutulur, buna inanmışız biz. İşte yüz yıl geçtikten sonra bu şehirleri koruyan değerlerdi bunlar. Öyle dindarlık iddiasından da değil, bir dönem yasaktı bazı şeyler; okulda öğretmenlerin oruç tutması gibi. Dini bayramlarda okula gitmek zorunda kalan küçük çocuklar vardı.
Gizli gizli oruç tutmuş bir toplum için, bu vazifeyi yerine getirmek de Balkanların korunmasında gizli bir kalkan olmuştu adeta. Din, dil, gelenek, göreneklerine sımsıkı sarılmışlardı; “bunlar elimizden giderse biz biteriz” anlayışı vardı.
Şar Dağı’na sırtını yaslayarak elinde kalan değerlere sahip çıkmayı bilen, hatta elindekilere zarar gelirse savaşmayı bile göze alan insanları anlamak için daha ne kadar zaman geçmesi gerekiyor? Ya da bu topraklardaki insanları anlayabilmek için sadece tarih okumak yeterli mi? Gerçekler böyle detaylarda saklı. Gizliden gizliye hafızlar yetiştirmiş topraklardır buralar.
O gün niye oruç tutmayıp herkesin içinde su içen Türk’e kızdılar konusuna gelince, daha açıklayıcı olması için babamdan duyduğum gerçek bir olayı anlatmak istiyorum. Yıllar önce, sayımların yapıldığı bir zamanda bir eve girdik diyor babam. Herkese bir takım sorular sorulur formlar doldurulur. Herkesin kendini ne hissediyorsa milliyeti yazma hakkı var. Bir de hemen ardından hangi dine mensup olunduğu yazılıyor. Çoğunlukla Arnavutların yaşadığı bir köydeydik, karşımıza yaşlı bir adam çıktı dedi babam, başladık formu doldurmaya. Aile fertlerinin hepsi millet kısmına Arnavut yazdırıyordu, sıra o yaşlı amcaya geldi, Arnavutça konuşan amca şöyle dedi: “Yaz oğlum, Yam Turk Elhamdülillah” (Türküm Elhamdülillah). Yanımdaki arkadaş gülmeye başladı, “Amcacığım din kısmı sonra, şimdi milletini soruyoruz” deyince yaşlı adam kızdı, “Yaz diyorum sana, Yam Turk Elhamdülillah!”
(Bu yazı Gerçek Hayat Dergisi’nde yayınlanmıştır)