Yeni bir şey. Güzel bir şey. Eylül, susuz serapların sonunda sararmaya başlayan yapraklarla karşılayacak bizi, biliyorum. Her başlangıç bana eski bir başlangıcı hatırlatıyor böyle zamanlarda. Geriye doğru yol alıyormuşum gibi sanki. Bölümüm itibariyle stajlardan edindiğim bilgilerle bir halka oluşturduğum için, birbirine bağlı, iç içe hissini veriyor attığım her adım, geleceğe yönelik kurduğum her hayal.
Dönüm noktası. Her insanın hayatında büyük tesiri olan ve kimi zaman da hüzünle sabit bir varoluş çabası. Aralık ayının en soğuk, en karanlık günlerinden biriydi. Stajımı tamamlamak üzere gittiğim bir anaokulunda yaşadıklarımı hatırlayınca o günün neden o denli soğuk ve karanlık olduğunu sonradan anlamıştım aslında. Küçücük sınıflara sığan kocaman yürekler, bir kapı aralığından sızan umutlar, renkli sandalyeler, duvara asılmış çocuk çizimleri, her çocuğun kendi dolabından alıp bize tanıttığı oyuncaklar. Özlediğimi fark etmiştim o günleri, çocukluğumu. Tam böyle mutlu bir şekilde başka bir sınıfa geçerken, hayatım boyunca unutmayacağım o anı şimdi detaylı bir şekilde aktarmak istiyorum sizlere.
Paidagogos. Yunan kökenli kelime. Bir çocuğa onu eğitecek olan öğretmene kadar, o süreçte eşlik eden köle. Bu terimin gerçek anlamını girdiğim o sınıfta otizm hastalığında olan küçük adamla tanıştığım zaman öğrendim. Otizm bildiğiniz üzere, dikkat dağınıklığı, göz teması kuramamak, konsantrasyon yetersizliği gibi belirtileri ile bilinen ve dışarıdan bakınca yaşamla ilintinin bir türlü yakalanamadığı eksiklikler olarak biliniyor. Derecelere göre belirlenen, iyiyi kötüden ayırabilecek nitelikteki farklılıklarla ayrılsa da odağımız hep dağınıklık ve çoğu zaman da zekâ geriliği oluyor. Slave de onlardan biriydi işte. Yüzüne hiç bakmadan duruşundaki yalnızlıkta kaybolduğum çocuk. Bazen bir duruş, bir gülüş, bir yalnızlık okuduğunuz bütün kitapları unutturabiliyor, bir yaşam bir kelimeyi yok edebiliyor. Sıkıca tutmuş elindeki kamyon arabasını. Almaya kalksan ağlamaya başlayacak. Öyle bir olgunluk ki. Çocuktum karşısında. O duruşu hiç unutmadım. Bundan tam 3 yıl önce kendimi duygu eğitimine adamaya karar verdiğim anı anımsıyorum şimdilerde. O gün Slave’yi tanıdıktan sonra bir boşluğa düştüm. Yine kendimle konuşmaya başladım. Eğer korkmadan karşısında cesaretle duramayacaksan sana ihtiyacı olan çocukların, neden seçtin bu bölümü!? Buna benzer monolog tarzı konuşmalar dönüyor işte hep kafamda. Sonra bir pencere daha açılıyor umuduma giden şu yolda. Bir kuş cıvıltısı olarak tanımladığım çocuk sesi yön veriyor yoluma birden. Hayat biz olgunlaşalım diye ya da doğru olanı kabul edelim diye sürekli tekrarlıyor bazı hataları, sınavları, sonuçları. Bunun bilincinde olmak sağlamlaştırıyor insanı. Sert bir tavır alıyorsun beklentilerine karşı ama olmak istediğin yere ulaşmanın yolu da bu oluyor çoğu zaman. Sonra çocuklar, onlara dair sevdiğimiz unsurlar kalıyor geriye bu dünyada. Çok sevdiğim, derslerini hiç kaçırmadığım bir hocam: “Ne kadar çocuk kalırsanız, ne kadar çocuklaşırsanız yaşarken, o kadar keyif alırsınız hayattan.” diye not düşerdi bir kâğıt parçasına her dersin sonunda. Şimdi düşündüm de biraz..
Başta Slave olmak üzere, gözleri ardındaki denizlerde kendimi de duygularımı da yeniden keşfettiğim tüm çocuklar, sevgim size armağanımdır hep. Selam olsun o temiz yüreklere!