Balkanlar’da Küresel Rekabet ve Rusya’nın Mevzi Kaybı

Rusya’nın Balkanlar’da izlediği stratejilerden biri de bu milliyetçi grupların korkularını diri tutmak. Aslında bütün Avrupa, Rusya’dan gelen doğalgaza bağımlı durumda.

Balkan coğrafyası; Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan coğrafi konumuyla, yüzyıllardır Rus dış politikasının temel dinamiklerinden biri olan “sıcak denizlere inme” stratejisinde bugün de önemli bir yer tutuyor. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden silinmesi ve Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından hemen hemen tüm bölge ülkelerinin yüzlerini AB  ve  NATO gibi Avro-Atlantik örgütlere çevirdiği bir gerçek. Ancak Brexit ile iyice su yüzüne çıkan AB’nin geleceğine dair tartışmalar ve Trump yönetiminin Avrupalı dostlarına pek de müttefiklik hukukuyla bağdaşmayan yaklaşımları nedeniyle – özellikle üye ülkelerin bütçelerinden savunma harcamalarına ayrılan pay ve AB menşeili bazı ürünlere getirilen ek vergiler konusunda  – NATO’nun Avrupalı müttefikleri arasında başlayan huzursuzluk, Kremlin yönetimine Balkanlar’da yeni bir hareket imkânı sağlıyor. Rusya’nın kimi bölge ülkeleriyle olan tarihi ve kültürel bağları ise Balkan ülkelerinde Moskova yanlısı söylemleri benimseyen yerel siyasetçilerin toplumsal taban bulmasını kolaylaştırıyor.

Coğrafi olarak ticaret yollarının, dolayısıyla da kültürlerin kesişim noktasında yer alan Balkan yarımadası, yakın tarih boyunca büyük güçlerin, deyim yerindeyse sürekli bir vekâlet savaşı yürüttüğü bir alan oldu. Yaşanan rekabet, antik çağlardan bugüne bölge halklarının kaderinde de belirleyiciydi. İmparatorlukların sınırları çoğu kez Balkanlar’da kesişti ve bu yüzden bölge, çatışmaların hiç eksik olmadığı bir cephe hattına dönüştü. Ne yazık ki; bu çatışma ortamı, ulus devletler çağında ve Soğuk Savaş sonrası dönemde de devam etti. Negatif bir tanımlama olarak uluslararası ilişkiler literatürüne giren ‘Balkanlaşma’ terimi, bu bölünme ve çatışma ortamını anlatmak için kullanılıyor. Söz konusu bölünme ve çatışma ortamının doğmasında, Balkan coğrafyasının iç dinamikleri kadar, Batı Avrupa ve Rusya gibi jeopolitik güç merkezlerinin müdahaleleri de önemli bir yer tutuyor. Bu anlamda, bugün Balkan coğrafyasında kurulmuş olan tüm  ulus devletlerin Rusya ile Avrupalı güçler arasında geçmişi tarihe dayanan ve bugün de süren bir ikilem yaşadığını söylemek yanlış olmaz.

Son zamanlarda Avrupa Birliği’nin Balkan ülkelerine çizdiği üyelik perspektifi, tüm bölge başkentlerinin önceliği haline geldi. Ancak bu durum, Soğuk Savaş’ın ardından bölgede mevzi kaybeden Rusya’nın, Balkan coğrafyasını kendi etki alanında görme hedefinden uzaklaştığı anlamına gelmiyor. Son yıllarda bölgede yaşanan küresel rekabete ve Rusya’nın bugün Balkanlar’da izlediği dış politika stratejisinin detaylarına değinmeden önce, yakın tarihe uzanarak, taraflar arasındaki kültürel ve siyasi bağları hatırlatmakta fayda var.

Çarlık Rusya’sının Kendine Biçtiği Hamilik Rolü

Yaklaşık beş asır boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalan Balkanlar’daki istikrarlı dönem, 1789 Fransız İhtilali’nin ardından ortaya çıkan milliyetçi akımların, çok geçmeden tüm Avrupa’ya olduğu gibi, Balkan coğrafyasına da ulaşmasıyla son buldu. Çarlık Rusya’sı, bu tarihten sonra, daha önce Ortodoksluk bağları üzerinden sürdürdüğü kışkırtıcı faaliyetleri için yeni bir alan buldu. Bir başka anlatımla mezhepsel bağlara etnik bağları da ekledi. Çarlık yönetimi, özellikle 1853-1856 Kırım Harbi’nden sonra, Balkanlar’daki Slav halklarını önce Osmanlı’dan koparmak, sonra da kendi etki alanında tutmak için Panslavist politikalar izledi. Yani Rusya kendisini artık hem tüm Ortodoks dünyasının hem de tüm Slavların hamisi olarak görüyordu.

Nitekim 19. yüzyılda Balkanlar’daki Osmanlı topraklarında başlayan tüm milliyetçi isyanlar -sadece Slav halklarının isyanları değil diğer Ortodoks halkların ayaklanmaları da dâhil – Çarlık Rusya’sı tarafından desteklendi. Bu süreç; Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkelerin, bugünkü sınırlarıyla olmasa da Osmanlı’dan kopuşu ve bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sonuçlandı. Bugün tüm bu ülkelerin resmi tarih tezlerinde, bağımsızlık savaşlarında Çarlık Rusya’sı tarafından uzatılan yardım eline vurgu yapılıyor. Bir başka deyişle, bu ülkelerdeki ders kitapları Rusya için bir kamu diplomasisi enstrümanı olarak işlev görüyor. Yani bugün Balkan ülkelerini yönetenler yüzlerini ne kadar Batı’ya dönerse dönsün, Rusya ile olan ortak geçmişe sempati besleyen nesiller yetişmeye devam ediyor.

İlginç olan bir husus ‘Panslavizm’ tanımının ilk kez Rusya dışında kalan topraklarda yapılmış olmasıdır. Tıpkı, Rusya’nın bugün izlediği ‘Avrasyacılık’ fikrinin Rusya dışında doğmuş olması gibi. ‘Panslavizm’ tanımı, ilk kez Slovak yazar Jan Herkel tarafından kullanıldı. Herkel bu tanımı; edebi açıdan bütün Slav halkları arasında bir etkileşim, siyasi olarak da tüm Slav kavimlerinin tek bir devlet çatısı altında birleşmesi anlamında kullanmıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde doğmuş bir yazarın ortaya attığı bu kavram, bir başka imparatorluk olan Çarlık Rusya’sının dış politikasına yön vermiş ve yine yıkıcı etkilerini bir diğer imparatorluk olan Osmanlı Devleti üzerinde göstermiştir.

Tarihin sayfalarını hızlıca karıştıracak olursak, 19. yüzyılın üç büyük Osmanlı-Rus savaşına sahne olduğunu görürüz. Bu savaşları, Hilal ile Haç’ın 19. yüzyıldaki mücadelesi olarak adlandırsak da Çarlık Rusya’sının ilerleyişini asıl durduran gücün, ‘hasta adam’ ilan edilen Osmanlı Devleti’nin topraklarının nasıl paylaşılacağı konusunda henüz bir uzlaşıya varamamış ve Çarlık Rusya’sının güneye doğru genişlemesinden endişe duyan Avrupalı güçler olduğu gerçeğini de göz ardı edemeyiz. 1828-29, 1853-1856 ve 1877-1878 yıllarında yaşanan bu üç büyük savaşın da sıklet merkezini Osmanlı Devleti’nin Balkan coğrafyasında kalan toprakları oluşturuyordu. Tüm harekâtların hedefiyse İstanbul’du. Çünkü Çarlık Rusya’sı, kendisine biçtiği Ortodoksların hamiliği rolünü İstanbul’u alarak taçlandırmak niyetindeydi. Son olarak 93 Harbi olarak bildiğimiz 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Yeşilköy’e kadar ilerleyen Rus orduları, Avrupalı büyük güçlerin araya girmesiyle durdurulabildi.

Tüm bu savaşlar; bizim tarihimizde nasıl Plevne ve Silistre müdafaaları gibi destansı öyküler bıraktıysa, Balkan halkları ve Rusya açısından da ortak yazılmış kahramanlık destanları olarak kitaplardaki yerini aldı. Rusya ile Slav olsun olmasın, Balkan halkları arasındaki bu ortak geçmişin izleri sadece kitaplara sıkışmış hamasi cümlelerden ibaret değil. Bugün Balkanlar’daki bazı başkentleri, bu birlikteliğe atıfta bulunan anıtlar süslüyor. Bunun en somut örneği Sofya. Bulgaristan’ın başkentindeki sembol yapıtlardan olan Aleksander Nevski Katedrali, 93 Harbi’nde ölen Rus askerlerin anısına inşa edilmiş bir yapıt. Temeli de Ayastefanos Anlaşması’nın dördüncü yıldönümünde atılmış. Katedral, dini anlamının yanında Bulgaristan’ın kurtarıcı olarak gördüğü Ruslara duyulan şükranın da ifadesi. Kentin en önemli caddelerine ise 93 Harbi’nin Rus komutanlarından General Skobolev ve General Totleben gibi askerlerin ismi verilmiş. Rusya ile olan gönül bağına dair daha somut örnekler de var. Bulgaristan Parlamentosu’nun hemen önündeki “Kurtarıcı Çar” anıtı gibi. Rus Çarı II. Aleksander için dikilen anıt tam 12 metre uzunluğunda. Parlamento binasının ön cephesinde ise 93 Harbi sırasında Çarlık Rusya’sı ile olan işbirliğine atıfta bulunan bir ifade yazılı: Birlikten kuvvet doğar…

Balkan coğrafyasındaki benzer örnekleri çoğaltmak mümkün ama bu taraflar arasındaki bağların hiç sorgulanmadığı anlamına gelmiyor. Bugün Hristo Matanov gibi bazı Bulgar tarihçiler; uğruna katedraller, anıtlar dikilen Ayastefanos Anlaşması’nın sanıldığı gibi Bulgaristan’a özgürlük getirmediğini savunuyor. Hatta resmi tarihi reddeden ve ezberleri bozan çalışmalarda, Çarlık ordularının Osmanlı’ya karşı savaşırken kendilerine katılan Bulgar gönüllülere eziyet ettiğine dair bilgilere rastlamak mümkün. Tüm bu sorgulamalar, Bulgaristan’da milli kahraman olarak kabul edilen Vasil Levski’nin şu sözlerini akıllara getiriyor: Bizi kurtaran, bizi esir alacaktır…

SSCB’nin İdeolojik Hamilik Dönemi

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasi tablo, Vasil Levski’nin çok da haksız olmadığını ortaya koyuyor. Çünkü Avrupa’nın ortasına Demir Perde’nin inmesi ve Soğuk Savaş yılları, Balkanlar için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Dünya iki ideolojik kampa bölünürken, Balkan coğrafyası Yunanistan hariç Sovyetler Birliği’nin etki alanı içinde kaldı. Ancak reel politikanın; tarihi bağlar ya da ideolojik birliktelikten çok daha önemli olduğu da bu dönemde açıkça görüldü. Enver Hoca Arnavutluk’ta, J.B. Tito da eski Yugoslavya’da sosyalist rejimler inşa etse de Moskova’ya karşı mesafeli bir çizgide ilerlemeyi tercih ettiler. Tiran ve Belgrad’ın sosyalist ama Sovyet karşıtı tutumunda Stalin’e duyulan güvensizlik de önemli bir faktördü. Bu iki ülke, Doğu Bloğu’nun askeri kanadı Varşova Paktı’nda dahi yer almadı. Bulgaristan ve Romanya içinse bu durum geçerli değildi.

Sömürgecilik ve endüstri devrimiyle birlikte Batı Avrupa hızla zenginleşirken, çatışma alanına dönüşen ve siyasi istikrarın sağlanamadığı Balkan coğrafyası yaşlı kıtanın en yoksul bölgesi olarak kalmıştı. Aslında bu, bugün için de geçerli bir durum. Bu açıdan bakıldığında, dönemin yönetici kadrolarının Sovyet bloğuna doğru meyletmesinde, toplumsal taleplerden çok, sosyalizmin öne sürdüğü iktisadi kalkınma modelinin yarattığı illüzyonun daha etkili olduğu söylenebilir. Bugün de benzer bir durum geçerliliğini koruyor. Tüm bölge ülkelerinin AB’ye tam üyelik için can atıyor olmasının temel nedeni yine ekonomik beklentiler. Eğer AB içine düştüğü buhranı aşıp bu ülkelerin ekonomik beklentilerini karşılayamazsa, Balkan ülkelerinde yeni eksen kaymaları görülecektir. Rusya’nın dış politika stratejilerini belirleyen kadroların da o anı dört gözle beklediği aşikâr.

Soğuk Savaş yıllarına dönecek olursak, bu ideolojik hamilik evresinin fazla uzun sürmediğini söyleyebiliriz. Bunun ilk nedeni iktisadi alanlarda beklentilerin karşılanamamış olması. İkinci nedeniyse 1956 yılında Budapeşte ve 1968 yılında Prag’da yaşananlar. Her iki olayda da; Moskova’nın doğrudan ve kanlı müdahaleleri, Balkanlar’daki sosyalist ülkelerde, Sovyet yaklaşımın Rus emperyalizminin gömlek değiştirmiş hali olduğu konusunda  içten içe bir şüpheyi beraberinde getirdi. Aslında bu durum, Sovyet cumhuriyetlerinde bile sorgulanıyordu. Herkes tarafından kabul görecek bir tespitte bulunmanın zor olduğu ve geniş  bir tartışma gerektiren bu konuda, eşitlik söylemi üzerine kurulan Sovyetler Birliği içerisinde Rusların “eşitler arasında birinci” olma statüsünün zamanla ön kabul haline geldiğini söylemekte fayda var. Tıpkı Panslavizm düşüncesinin zamanla “Panrusçu”, Avrasyacı görüşlerin de zaman zaman “Avrusyacı” bir çizgiye kayması gibi.

1968 yılında Çekoslovakya’ya yapılan müdahale Brejnev Doktirini’nin bir sonucuydu. Yani Moskova, rejimin tehlikeye düştüğü anlarda dışarıdan yapılacak bir askeri müdahaleyi hak olarak görüyordu. Bu yaklaşım, Moskova ile Sofya ve Bükreş arasındaki ideolojik bağların sorgulanmasını da beraberinde getirdi. Soğuk Savaş yıllarında Moskova’nın öncülüğünde Doğu Bloğu içerisinde tesis edilen Karşılık Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (CO- MECON) de Balkan ülkelerinde beklenen refah düzeyine erişilmesi için fayda sağlayamamıştı. Bu nedenle, Mihail Gorbaçov döneminde Brejnev Doktrini’nden vazgeçildi. Sovyetler Birliği içinde ‘şeffaflık’ ve ‘yeniden yapılanma’ politikası uygulayan Gor- baçov, Balkanlar’daki müttefikleriyle olan ilişkilerinde de daha özgürlükçü bir yaklaşım sergiledi. Ancak bu politikalar, sadece Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecini hızlandırmakla kalmadı, aynı zamanda Balkan ülkelerinin de aralarında bulunduğu Doğu Avrupa ülkelerinde değişimin önünü açtı.

Soğuk Savaş’ın Ardından Balkanlar’da Eksen Kayması

9 Kasım 1989 günü Berlin Duvarı’nı yıkmak için akın eden kalabalık, sadece kenti ikiye bölen bir duvarı yerle bir etmiyor, Avrupa’yı birbirinden ayıran Demir Perde’yi de ortadan kaldırıyordu. Çok geçmeden Polonya’da başlayan dönüşüm, domino etkisiyle tüm Doğu Bloğu ülkelerine yayıldı. Değişimden Balkan ülkelerini de nasibini aldı. Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta sosyalist rejimler bir bir yıkıldı. Yugoslavya ise 20. yüzyılın son günlerinde kanlı bir iç savaşa sürüklendi. 1991 yılının sonu geldiğinde Sovyetler Birliği de artık tarih sahnesinden silinmişti.

Sovyetler Birliği’nin ardılı olan Rusya Federasyonu, eski Yugoslavya’daki iç savaş süresince, tarihi ve kültürel bağları öne çıkararak Sırbistan’ın yanında yer aldı. Ancak ortaya çıkan sonuç ve gerçekleşen uluslararası müdahale Rusya’nın bir dönem arka bahçesi olarak gördüğü Balkan coğrafyasında alacağı yenilgiler silsilesinin başlangıcıydı. İç savaş, Dayton Barış Anlaşması ile son bulurken, Balkanlar’ın siyasi haritası değişmişti. Üstelik bu durum değişimin son halkası değildi. 1999 yılında bu kez Kosova krizi patlak verdi. Rusya, Sırbistan’a yine güçlü bir siyasi destek verdi. Moskova’nın bu açık desteğine rağmen NATO, krize müdahale etmekten çekinmedi. 1999 yılında Belgrad’ın bombalanması ve Sırpların silah bırakmayı kabul etmek zorunda kalması, Rusya’nın Balkan coğrafyasındaki imajını daha önce görülmemiş bir biçimde sarstı.

Eski Yugoslavya’da bunlar olurken, Moksova’nın eski müttefikleri Romanya ve Bulgaristan’da ise Avro-Atlantik kurumlarla bütünleşmek için geçiş dönemi çoktan başlamıştı. Bu ülkeler öncelikle serbest piyasa ekonomisine geçerek Rusya’ya olan iktisadi bağımlılıklarına son verdi. Kuşkusuz bu geçiş dönemi, yaklaşık 45 yıl sosyalizmle yönetilmiş tüm bölge ülkeleri için sancılı geçti. Kaldı ki aynı sancıları Boris Yeltsin yönetimindeki Rusya da yaşıyordu. Ekonomik sıkıntılar, Rusya’nın kendi sorunlarına gömülmesine ve Balkanlar’daki çıkarlarını koruyacak adımları bir türlü atamamasına yol açtı. Oysa 1993 yılında kabul edilen ‘Yakın Çevre’ doktrini, Kremlin’in Balkanlar’daki eski müttefiklerini de kapsıyor ve bu bölgelerin Rusya’nın etki alanı içinde kalmasını öngörüyordu. Balkan ülkelerinde, sosyalist dönem boyunca rejim muhalifi olmak suçlamasıyla devre dışı bırakılmış ya da hapse mahkûm edilmiş kişilerin, rejimin çökmesinden sonra birer kanaat önderi olarak kabul görmesinin de bu ülkelerinin yüzlerini hızla Batı’ya çevirmesinde etkili olduğunu unutmamak gerekiyor.

2000’li yılların başında yaşananlar ise Rusya’nın uzun yıllar boyunca telafi edemeyeceği bir geri çekilmeyi işaret ediyor. Bugün -biraz da iç politikadaki konjonktürel durum nedeniyle- Türkiye’de oluşan “Putin ile yeniden eski gücüne kavuşan Rusya” algısı, Balkan coğrafyasında yaşanan gerçeklerle pek örtüşmüyor. Balkanlar’daki gelişmelerle ilgili Kremlin’den yapılan ses tonu yüksek açıklamaların sahada bir karşılığının olup olmadığı da ayrı bir muamma. Bu sav, elbette Rusya’nın Balkanlar’daki etkisinin tamamen sıfırlandığı anlamına gelmiyor. Ancak geçmişle kıyaslandığı Kremlin’in bölgedeki pek çok mevziiyi, yakın vadede geri alınamayacak biçimde kaybettiği de aşikâr.

Her şeyden önce geçmişte Varşova Paktı’nın birer üyesi olan Romanya ve Bulgaristan artık birer NATO üyesi. İttifak üyeleri arasındaki tüm anlaşmazlıklara rağmen NATO’nun Balkan ülkelerini içine alan genişleme süreci, Rusya’nın muhalefetine rağmen kararlılıkla devam ediyor. Nitekim genişleme, 2004 yılında Bulgaristan ve Romanya’nın üyeliğiyle sınırlı kalmadı. 2009’da Hırvatistan ve Arnavutluk, geçtiğimiz yıl da Karadağ NATO’ya üye oldu. Bir diğer Balkan ülkesi Makedonya da NATO üyeliği için Yunanistan ile yaşadığı isim sorunun çözüme kavuşmasını bekliyor. Son dönemlerde, hem Üsküp hem de Atina yönetimleri, Rusya’yı isim sorunu konusunda varılan anlaşmayı sabote etmeye çalışmakla suçluyor.

Karadağ’ın NATO üyeliğinin resmiyet kazanmasından önce, ülkedeki Rusya yanlısı bazı çevrelerin darbe girişiminde bulunmak için hazırlık yaptığına yönelik iddialar da Balkan gündemini uzun süre meşgul etmişti. Karadağ’ın NATO üyeliği üzerinden, Rusya’nın Balkanlar’daki etki alanını nasıl yitirdiğini anlamak için, Balkan Savaşı öncesi Karadağ Kralı I. Nikola’nın sarf ettiği sözleri hatırlayalım:

“Biz bütün Balkan devletleri Rusya’nın çocuklarıyız. Öteden beri arzu edilen Balkan ittifakı ancak Rus hükümetinin bu durumdan memnun olacağını bizlere bildirdi- ğinde kurulacaktır.”

100 yıl önce Karadağ Kralı I. Nikola’nın “Rusya’nın çocukları” olarak nitelendirdiği Balkan ülkeleri -Sırbistan hariç- bugün hem siyasi hem de askeri olarak Moskova’ya sırtını dönmüş durumda ve Rusya’ya cephe alan Batılı müttefikleriyle birlikte hareket ediyor. Balkan ülkelerinin bir bir NATO şemsiyesi altında toplanması, bu ülkelerinin ortak bir tehdit algısında birleştiğini de ortaya koyuyor. O tehdit kuşkusuz Rusya’dan başkası değil.

Son yıllarda Gürcistan ve Ukrayna’da yaşananlar, Sovyet yayılmacılığını tecrübe etmiş Balkan halkları arasındaki korkuları körüklüyor. İşte bu nedenle NATO üyesi olan Balkan ülkeleri, topraklarındaki Amerikan askeri varlığının daha da artırılmasını talep ediyor. Örneğin Romanya, Rusya’nın tüm tehditlerine rağmen NATO’nun füze kalkanı sistemine ev sahipliği yapmayı sürdürüyor. Ya da Bulgaristan’daki NATO deniz üsleri, Amerikan donanmasına -Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin elverdiği ölçüde- güvenli bir liman olmaya devam ediyor. NATO’nun son dönemlerde Balkanlar’da çok sayıda geniş çaplı tatbikat gerçekleştirdiğini de unutmamak lazım.

Bulgaristan’da geçtiğimiz yılın sonunda yaşanan bir tartışma, yukarıda zikredilen tehdit algılaması için önemli bir örnek teşkil ediyor. Sofya hükümeti tarafından hazırlanan bir raporda; Rusya, Bulgaristan’ın ulusal güvenliği açısından en büyük tehdit olarak gösterildi. Raporda şu ifadeler yer alıyordu:

“Rusya’nın Baltık Denizi ve Karadeniz’de artan askeri mevcudiyeti Bulgaristan ve Avrupa için endişe verici. Bu faaliyetler, kalıcı istikrarsızlık ve güvensizliğe yol açıyor. Rusya’nın kitle imha silahları ile ilgili anlaşmaları ihlal etmesi, bağımsız ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı göstermemesi, uluslararası hukuku çiğnemesi, hibrid savaş stratejilerini benimsemesi ve enformasyon savaşı Avrupa’nın güvenliğiyle ilgili politik çözüm ve diyalog arayışlarını zorlaştırıyor.”

Bu ifadelerin yer aldığı rapor, Boyko Borisov hükümetinin Batıcı eğilimlerine karşı Rusya’ya daha yakın duran Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in itirazlarına rağmen meclis tarafından onaylandı.

Özetle; Rusya’nın sıcak denizlere inmek için kullanmak istediği rotalardan biri olan Balkanlar, bugün tam tersine NATO’nun Karadeniz’deki etkinliğini artırmasına yarıyor. Kremlin’den gelen sertlik derecesi yüksek meydan okumalar ise deyim yerindeyse lafta kalıyor ve Rusya, Balkan ülkelerinin Batı ile giderek daha fazla bütünleşmesine engel olamıyor.

Üstelik Balkan ülkelerinin Batı ile bütünleştiği tek platform NATO değil. AB, bugünlerde kendi içinde bir varoluş krizi yaşasa da genişleme perspektifini koruyor. 1981 yılında Yunanistan’ı içine alarak Balkanlar’a adım atan AB’nin hedefi, tüm Balkan ülkelerini bünyesinde toplamak. 2004 yılında Slovenya, 2007 yılında Romanya ve Bulgaristan, 2013 yılında ise Hırvatistan birliğin yeni üyeleri oldular. Bugün Türkiye haricinde, Balkanlar’da AB’ye üye olmak için bekleyen 6 ülke var. Bu ülkelerden Karadağ ve Sırbistan, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini sürdürüyor. Makedonya ve Arnavutluk ise hâlihazırda aday ülke statüsünde ve müzakerelere başlamak için tarih bekliyor. Bosna Hersek ve Kosova ise potansiyel aday ülkeler sınıfında. Brüksel, son dönemlerde ‘Batı Balkan’ ülkelerinin üyelik sürecine de hız vermiş durumda. Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Şubat ayında yaptığı bir açıklamada, tüm Balkan ülkelerinin 2025 yılında AB üyesi olabileceğini söylemişti. AB’ye üye olmak için çaba sarf eden ülkelerden birinin, Moskova’nın bölgedeki en yakın müttefiki olan Sırbistan olması da Rusya’nın Balkanlar’a geri dönüşünün ne kadar zor olacağının bir göstergesi.

Yumuşak Gücün Yetersizliği ve Enerji Kartı

Soğuk Savaş sonrası dönemi irdelerken, Balkanlar’daki siyasi gelişmelere etki eden iç ve dış dinamiklerin Rusya açısından neden olduğu zorluklara değindik. Ancak bu durum, Rusya’nın elindeki kozların tümüyle tükendiği anlamına gelmiyor. Yine de etnik ve mezhepsel yakınlıktan kaynaklanan tarihi ve kültürel bağlara yapılan vurguların reel politika açısından Rusya’nın beklediği sonuçları doğurmadığı kesin. Balkan ülkelerindeki siyasi yapılar incelendiğinde, söz konusu hamasi söylemlere sadece toplumun küçük bir kesimine hitap eden marjinal grupların sarıldığı kolaylıkla görülebilir. Hatta bu durumun Sırbistan için bile geçerli olduğunu söylemek bir yanılgı olmaz.

Belgrad yönetiminin son dönemlerde attığı adımlar, bu marjinal grupların merkez siyaseti artık etkileyemediğinin örnekleriyle dolu. Sırp yönetimi, AB’ye tam üyelik sürecine ivme kazandırmak için son yıllarda, aşırı milliyetçi grupların tüm itirazlarına rağmen radikal bir dönüşüme imza attı. Rusya’ya yakınlık hisseden çevrelerin halen sempati beslediği, Radovan Karadziç ve Ratko Mladiç gibi Sırp savaş suçluları yakalanarak Lahey’deki Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi’ne teslim edildi. Sırbistan Meclisi, Srebrenitsa’da yaşananlar için özür mahiyetinde bir metni onayladı. Hatta Sırbistan tanımadığı Kosova yönetimi ile AB’nin arabuluculuğunda masaya oturup bazı konularda anlaşmaya bile vardı. Tüm bu adımlar, Rusya’yı hami olarak gören Sırp milliyetçileri tarafından tavizkar adımlar olarak nitelendirildi. Ancak Rusya yanlısı muhaliflerin ihanet suçlamaları Belgrad’daki Batı yanlısı yönetime olan toplumsal desteği sarsmadı. Nitekim 3 Nisan 2017’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kazananı, yukarıda saydığımız adımları Rusya’ya rağmen atmaktan çekinmeyen Aleksander Vuciç oldu. Tüm bunlara rağmen; Sırbistan’ın, Kırım’ın uluslararası hukuka aykırı bir referandum ile ilhak edilmesinden ötürü AB tarafından Rusya’ya uygulanan yaptırımlara katılmadığı da göz ardı edilmemeli.

Rusya, istediği sonucu alamasa da yumuşak güç olarak gördüğü tarihi ve kültürel bağlar vurgusundan vazgeçmiş değil. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in son Belgrad ve Sofya ziyaretleri, bu ülkelerin Osmanlı’dan kopuşunu simgeleyen yıldönümlerine denk getirildi. Verilen mesajlar da daha çok yakın tarihteki kader birlikteliğine yönelikti. Bu ziyaretler artık marjinalleşen Rusya yanlısı muhalif gruplarca coşkuyla karşılandı. Bu grupların ülke içinde düzenledikleri gösterilerde zaten her daim Putin posterleri taşıdığını da unutmamak lazım. Rusya’nın Balkanlar’da izlediği stratejilerden biri de bu milliyetçi grupların korkularını diri tutmak. Bunun için, devlet destekli Rus medyasında sık sık Balkanlar’daki Slav ve Ortodoks kökenli halkların korkularını körükleyecek haberlere rastlamak mümkün. Bunun en somut örneği ise ‘Büyük Arnavutluk’ hayaliyle ilgili abartılı haber başlıkları. Arnavutluk ve Kosova’nın birlikte attığı tüm adımlar, Rusya’nın Balkan ülkelerine yönelik yayınlarında ‘Büyük Arnavutluk’ girişimiyle ilişkilendiriliyor. Oysa tüm Arnavutların tek bir devlet çatısı altında birleşmesini öngören bu yaklaşım, hiçbir zaman Tiran ya da Priştine’deki yönetimlerin resmi söylemi olmadı. Üstelik hem Arnavutluk hem de Kosova’daki hükümetler, sınırları kaldıracak olgunun Avrupa Birliği üyeliği olduğunun altını çiziyor.

Aslında Kosova’da yaşananların Rus dış politikası açısından köklü bir kırılma anı olduğunu da görmek gerekiyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra eski etki  alanında adım adım gerileyen Rusya için Kosova’nın 2008 yılında bağımsızlığını ilan etmesi bardağı taşıran son damla oldu. Nitekim Rusya, aynı yıl içinde Güney Osetya’daki krize doğrudan müdahale etti. Bu müdahalenin ardından da Gürcistan’daki Batı yanlısı yönetimin devrilmesi için gerekli siyasi zemini hazırladı. Benzer bir zemin hazırlığı, enerji kartı kullanılarak Ukrayna’da da gerçekleştirildi. Turuncu Devrim ile iktidara gelen Batı yanlısı yönetimin toplumsal desteği kaybetmesi sağlandı. Batı yanlıların yeniden iktidarı ele geçirmek için sokağa dökülmesi ise Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’nın Rusya tarafından desteklenen ayrılıkçı gruplara iç savaşa sürüklenmesiyle sonuçlandı. Tüm bunlar eski Sovyet alanında Rus etkisini artırsa da Balkan ülkelerini Rusya’ya karşı konsolide etti.

Elbette Rusya’nın Balkanlar’daki etki alanını yitirmesinde bölge ülkelerinin iktisadi beklentilerin payı büyük. Bölge ülkeleri, ekonomik zorlukları aşmak için AB üyeliğine bel bağ- lamış durumda. Ekonomik açıdan çalkantılı bir dönem geçiren Rusya’nın ise bu ülkelere daha fazla yatırım, ucuz kredi veya hibe yardımlar sağlaması bugün için zor görünüyor.

Rusya’nın elinde ‘yumuşak güç’ dışında kalan tek kart ise enerji. Zira Vladimir Putin’in iktidara gelmesinden bu yana, Rusya’nın sahip olduğu petrol ve doğalgaz rezervleri sadece ekonomik bir girdi kalemi olarak değil aynı zamanda bir dış politika enstrümanı olarak da kullanılıyor. Aslında bütün Avrupa, Rusya’dan gelen doğalgaza bağımlı durumda. Avrupa Birliği de uzun süredir bu bağımlılığı azaltmak için arz çeşitliliğini artırmanın yollarını arıyor. Avrupa içinde doğalgaz konusunda Rusya’ya olan bağımlılık, kıtanın doğusuna doğru geldikçe daha da artıyor. Rus doğalgazına en bağımlı ülkeler ise Balkan coğrafyasında. Yüzlerini Brüksel’e dönen Balkan ülkeleriyse bu konuda Batı Avrupa ülkelerinin ikiyüzlü tutumundan şikâyetçi. Bunun en somut örneği, rafa kaldırılan Nabucco projesi. Balkan coğrafyasının enerji ihtiyacına yönelik tedariki, Hazar havzasındaki hidrokarbon kaynaklarıyla çeşitlendirmeyi hedefleyen bu proje, Batı Avrupa ülkelerinin finansman yükünü karşılamak istememesi yüzünden rafa kaldırılmıştı.

Bugün bölge ülkeleri TANAP projesi ile Türkiye’den üzerinden gelecek Azerbaycan doğalgazını dört gözle bekliyor. Ancak TANAP, Balkan coğrafyası için temel tedarikçinin Rusya olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu nedenle de Balkan ülkelerinin liderleri, siyasi sorunlarla enerji alışverişini ayrı başlıklar olarak değerlendiriyor. Rusya ise enerji kartını kullanarak Balkan ülkelerinde kaybettiği mevzileri geri kazanmanın peşinde. Ancak Batı’nın son dönemdeki yaptırımları Rus enerji sektörünü zorluyor. Rusya, mali sıkıntılar nedeniyle Türkiye ve Ukrayna güzergâhlarını devre dışı bırakacağı Güney Akım projesinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Güney Akım’ın boşluğunu dolduracak Türk akımı projesi ise hem Türkiye’nin enerji koridoru olma iddiasını güçlendiriyor hem de Balkan ülkelerinin enerji ihtiyacını karşılama konusundaki endişelerini gideriyor.

Rusya’nuın Umudu ve Batı’nın Krizi

Rusya’nın geçmişi; kendisini, Batılı ya da Batı’ya rakip bir güç olarak gördüğü tarihi dönemlerden oluşuyor. Çarlık Rusya’sından bu yana süregelen bu ikilemi bugün “Avrasyacılar” ve “Atlantikçiler” başlığı altında görmek mümkün. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından işbaşına gelen Boris Yeltsin döneminde uygulanan Atlantikçi politikalar Rus halkı açısından hayal kırıklıklarıyla sonuçlandı. Özellikle Vladimir Putin’in iktidara gelişinden bu yana Atlantikçi eğilimlerin siyaset sahnesinden silindiği ve Avrasyacı bakış açısının Rus dış politikasını domine ettiği aşikâr. Öyle ki bugün Rusya’da toplumsal tabana sahip üç büyük siyasi parti de Avrasyacı bir çizgiyi savunuyor. Ancak her biri ‘Avrasyacılık’ kavramını farklı biçimlerde tanımlıyor. Putin’in Birleşik Rusya Partisi daha çok kültürel ve jeopolitik bir yorumlamaya sahip. Komünist Parti, bu kavramı sosyalist bir iktisat teorisiyle ilişkilendirirken, Jirinovski’nin lideri olduğu ve ismiyle tezat biçimde aşırı sağcı bir çizgi izleyen Liberal Demokrat Parti ise Rus kimliğini öne çıkaran bir tanımlama yapmayı tercih ediyor.

Avrasyacı yaklaşımın Rus yayılmacılığını savunan popülist temsilcisi Aleksander Dugin’in ileri sürdüğü tezler, Rusya’nın mevzi kaybetse de Balkanlar’dan tümüyle çekilmeyi göze alamayacağını gösteriyor. Dugin Balkanlar’da; kuzeyde Sırpların ve kısmen de Bulgarların Avrasya’nın itici gücü sayılabileceğini, Yunanistan’ın da daha güneyde önemli olduğunu ve Ortodoks Rusya ile inanç yakınlığı çerçevesinde Balkanlar’ın kuzeyi ile birleştirici entegrasyon projeleri gerçekleştirilmesinin yararlı olacağını belirtmektedir. Ayrıca uzak gelecekte Avrasya eğilimli Balkan Federasyonu tasavvur edilebilirse bunun jeopolitik programının asgari olarak, Sofya-Moskova-Belgrad-Atina şeklinde doğru olmayan bir eşkenar dörtgenin oluşturulması şeklinde formüle edilebileceğini dile getirmektedir.

Ancak ne var ki Dugin’in bahsettiği bütün bu Balkan başkentleri uzunca bir süredir yüzlerini Brüksel’e çevirmiş durumda. Bu, tarih boyunca büyük güçlerin rekabet alanı olan Balkan coğrafyasında ibrenin artık Batılı güçlerden yana olduğunun en açık göstergesi. Rusya’nın bir güç sembolü olarak pazarladığı “Putin imajı” bile bu ülkeleri Batı ile girdikleri işbirliğinden vazgeçirecek bir etkiye sahip değil. Balkanlar’da enerji dışında reel politikaya dair bir dış politika enstrümanı üretemeyen Rusya, tüm bölge ülkelerinde sistemin dışına itilmiş marjinal grupları desteklemeyi sürdürüyor.

Çarlık Rusya’sı ve Sovyet dönemindeki siyasi bağlarla kıyaslandığında da Rusya’nın Balkan coğrafyasındaki etkisi yakın tarihte hiç olmadığı kadar gerilemiş bir halde. Gidişatı  terse çevirmek ise Rusya’nın küresel bir aktör olarak uluslararası arenaya dönme iddiasının altını ne kadar doldurabileceğiyle ilgili. Özellikle Ukrayna ve Suriye’deki gövde gösterisinin ardından, Kremlin yönetiminin dozu giderek artan güçlü siyasi söylemini, ekonomik ve tek- nolojik bir altyapıyla destekleyip destekleyemeyeceğine ilişkin ciddi soru işaretleri mevcut. Rusya’nın izlediği enerji ihracatına dayalı ekonomi modeline yönelik ülke içinde başlayan eleştiriler bu konuda parlak bir tablo çizmiyor.

Son çeyrek asır dikkate alındığında Rusya’nın Balkanlar’a olan tarihi ilgisi, Moskova’dan çok Balkan ülkelerinin işine geliyor. Avro-Atlantik kuruluşlarla bütünleşmek isteyen Balkan ülkeleri, yeri geldiğinde Rusya’nın bu ilgisini Batı’ya karşı bir dış politika kartı olarak kullanmaktan da çekinmiyor. Bölge ülkeleri, buna rağmen Rusya ile girdikleri konjonktürel işbirliğini de asla bir stratejik ortaklık olarak tanımlamıyor. Bu açıdan bakıldığında Rusya’nın Balkanlar’daki pozisyonunu Soğuk Savaş’ın ardından Batı’ya kaptırdığını da kabul etmek gerekiyor.

Rusya’nın elindeki imkânlar şimdilik bu gidişatı tersine çevirmek için yeterli görünmüyor. Bu durumda Rusya, geçmişteki kader birliğine vurgu yapan söylemini koruyarak ve enerji kartını daha fazla kullanarak Batı’nın hata yapmasını beklemek zorunda. Eğer NATO vaat ettiği güvenlik şemsiyesini sağlayamaz ve AB de Balkan ülkelerinin ekonomik refaha yönelik beklentilerini karşılayamazsa, bölge ülkelerinde yeni bir arayış başlayabilir. Brexit ile AB içinde iyice su yüzüne çıkan çatlaklar ve varoluş krizi, Trump’ın müttefiklerini kızdıran tavırlarıyla NATO içinde başlayan huzursuzluklar, Rusya açısın- dan Balkanlar’a dönüş için bir umut ışığı. Ancak bu tablo, belirleyici gücün artık Rusya olmadığının da göstergesi.

Yine de Balkan ülkelerinin Rusya’yı tümüyle kaybetmeyi göze alamayacağını söylemek de yanlış olmayacaktır. Çünkü Kremlin, sayıca giderek azalsa da toplumun bazı kesimlerinin gözünde halen gerçek bir hami olma konumunu koruyor. Gürcistan, Ukrayna ve Moldova örnekleri ise Rusya’nın bu kesimleri kullanarak kargaşa yaratma ve bu ülkelerdeki iç siyaseti dizayn etme konusunda ne kadar mahir olduğunun kanıtı.

 

Kaynak: Dünya Bülteni

Read Previous

Sırbistan’ın Kosova’da işlediği savaş suçları için komisyon kuruldu

Read Next

‘Sırbistan Kosova’da işlediği suçları reddetmemeli’

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *