Sadece Aliya

Dünya Bülteni yazarı Cihan Aktaş, Aliya İzzetbegoviç’in doğum yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda, İzzetbegoviç’in hayatı ve düşünceleri üzerine değerlendirmelerde bulundu.

Kimi isimler sahibini yansıtmaktan uzak durur, kimisi de açığa vurur. Sönük sayılsalar da sahiplerinden ileri gelen sebeplerle bir ışıltı kazanarak kitlelerin gönlünde taht kuran isimler vardır bir de. Çok nadir de olsa bazen bir isim öncelikle bildiğimiz o kişiden başkasını aklımıza getirmez. “Sinan” dendiğinde Mimar Sinan’dan söz edildiğini düşünürüz. “Yunus”, evvela Yunus Emre’dir. Furuğ deyince biliriz ki genç yaşta trafik kazasına kurban giden “Yeniden Doğuş”un şairidir kast edilen. “Aliya” diye seslendiğimizde de belli ki Aliya İzzetbegoviç’tir, kastettiğimiz kişilik.

Bu listenin genişlerken güncel bir içerik kazanması mümkün tabii. Popüler kültür kimi isimleri dilimize yerleştiriyor ya, sel gidiyor kum kalıyor.

Hayatıyla, eserleriyle, kişiliğiyle Müslümanların sevgisini kazanan, hikmet arayışı içinde olan zihinlerde de fikirleriyle karşılık bulan bir dava adamı, bir düşünür, Aliya. Medeniyet-kültür ikilemi, sanat ve felsefe, eleştirel düşünce, Batı-Doğu karşıtlığı gibi konularda getirdiği yorumlarda onun cümleleri, Müslümanların modernizm karşısında bir açık alan korkusuna ve güvensizliğe duçar olmasına değil, dinî kavrayışlarını yenilemeye dönük bir özgüvenin güçlenmesine kaynaklık edecek şekilde akar.

Bosna’dan akıp geldi kültür ve siyaset dünyamıza, derken hayatımıza karıştı. Atalarının bir zamanlar göç ettiği topraklara, diri, sağlam, inandırıcı sözleri ve berrak siyasi duruşuyla döndü. Onu inandırıcı kılan bir fildişi kulesi düşünürü olmaması. Siyaset adamı olarak verdiği güven ise, Bosna savaşı yıllarında sergilediği dirayetle ilgili. Akif Emre’nin altını çizdiği gibi, kişiliği bir taraftan özgürlük savaşçısı ve eylem adamı, bir taraftan da düşünür olarak iki boyutuyla öne çıkıyor. Tarihe tanıklık eden bir aydın değil, tarih yapan bir lider ve bu yönüyle yeni bir lider profili çiziyor.

Doğu İle Batı Arasında İslam isimli eseriyle 1980’li yıllarda okunmaya başladı ülkemizde Aliya. “Olgulara ve sorunlara duru bir bakışı var, bunu nasıl başardı acaba?” sorusuyla okundu. İslam’a sadakatin bir bağışı gibiydi, duruluğu. Hapiste bulunduğu yıllarda aldığı notlardan oluşan eseri, Özgürlüğe Kaçışım/ Zindandan Notlar, başucu kitaplarımdan biri. (1) Bir diğer önemli eseri İslam Deklarasyonu’nu ise ebeveynlerin, eğitimcilerin ve gençlerin dikkatle okuması gerektiğini düşünürüm. (2)

Bir kitap bazen sadece bir pencere açar önümüzde, bazen de sadece okunan sayfalardan ibarettir. Nadiren koskoca bir dünya sunan, dünyayı farklı bir şekilde anlamanıza yardım eden kitaplarla karşılaşırsınız. Aliya’nın en az üç kitabı, işte bu nadir karşılaşmayı yaşattı bana. Kitaplarının elimin altında bulunmadığı toplantılarda ona atıfta bulunurken değinmeden geçemediğim başlıklar var.

Eleştirel düşünce ve özgürlük

Her şeyden önce nedir ki düşünce/li olmak? İnsanı beşer seviyesinden yükselten ayrıcalığıdır, emaneti üstlenme cesareti göstermesinin sebebi olan niteliğidir. Aliya’ya atıfta bulunan Müslümanlar bazen düşünce özgürlüğünü hafife alan söylemlerle yan yana getirirler onun cümlelerini. Oysa o zindanda yattığı yıllarda kaleme aldığı notlarında “Her türlü etiğin ön şartı özgürlüktür” diye yazmıştı.

Bir diğer notta ise “Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır, demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır” şeklinde bir tespitte bulunmuştu.

Aliya açısından iyilik insanların kendilerini mecbur hissettikleri için değil, gönül rızasıyla yapmasıyla amacına ulaşır. “İyiliğe yönelik bu niyet yoksa karşımızda ya bir diktatörlük ya da bir ütopya vardır” diye kaydetmiş görüşünü.

Düşünce özgürlüğü gerçekleşmeden eleştirel düşünmenin gelişmesinin mümkün olamadığını da dile getirir, muhtelif zindan notları. Müslüman Doğu’nun bütün mekteplerine eleştirel düşünce dersi konulması gerektiğini savunurken, bunun sebebini şöyle açıklıyor: ”Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur.” XIII. Yüzyılda İslam kültüründe eleştirel düşüncenin sönmesinin, her alanda inhitat ve hızlı çöküşün başlangıcıyla çakıştığını hatırlatıyor bir başka notunda. Sonsuz tekrarlar ve skolastik derlemeler ön alırken XIX. Yüzyıl sonları ile XX. Yüzyıl başlarına kadar süren tarihi bir kış uykusu dönemi başlamıştır. (3)

Kültür-Medeniyet

Kültür ve medeniyet tartışmalarında Aliya’nın değerlendirmeleri, “kültür”ü öncelediğini düşündürüyor. Kültürün ezeli konularla ilgilendiğine işaret ediyor notlarında. Aşk, doğum, evlilik, annelik, kurban, ölüm; her seferinde yeniden okunsalar bile başa dönülerek temeldeki değişmezliği, ontolojik boyutu ilan ederler. Medeniyet ise olguları dondurur, öyle ki bir adım ileri gidilemez, asli kaynağa da dönülemez hale gelinir. Hayat ritminin yavaşlaması, tamamlandığı, mükemmelleştiğine dair kabul bir tür doku sertleşmesine sebep olur… Marguerite Yourcenar’ın “Dünyayı değiştirme isteği onu anlama isteğine hakim oldu” şeklindeki sözü üzerinden şu tespiti yapıyor: “Beşeri kültür dünyayı anlama arzusudur, medeniyet ise onu değiştirme eğilimi.” Bir medeniyetin başlangıcı ile sonu arasındaki farka dikkat etmek gerekir: “…Artık büyük müfessirler (interpreters of Qur’ân) yoktu, sadece çok sayıda hafız vardı. Yaratıcı yorumlar yerine sonu gelmez ezberlemeler, tahlil ve terkip yerine sonu gelmez tekrarlamalar.” Öte taraftan “evrensel acı“ medeniyete değil kültüre ait görünür; “Medeniyet, ‘ızdırap’ diye bir şey bilmez.” (4)

İslam’ın, hayat ve hakikatin (gerçekliğin) unsurlarına yönelik tabii yaklaşımı ve yakınlığıyla belli bir kalıpta donmayı reddeden yönlerine dikkat çeker bir yerde: “İslam, aynı zamanda karmaşıklığa (sphistication), suniliğe, gösterişçi eğilime ve üsluplandırmaya karşı gönülsüzdür”; oysa medeniyet zirveye ulaştığında, bir yerden sonra kalıcılığını üslupların bekasına bağlamayı sürdürmez mi?

Kadın meselesi

Tarihin ve toplumun bir cinsin varlığını silikleştirecek şekilde cinsiyetçi yazılımı karşısında eleştirel bir bakışa sahip olduğunu düşündüğüm Aliya, entelektüel dürüstlüğüyle (tıpkı adaşı Ali Şeriati gibi) İslamiyet’in modern dünyada bir hayat tarzı olduğu kadar bir tefekkür ufku sunması açısından da evrensel planda bir ihtiyaca karşılık gelen bir çaba koydu ortaya. İyiliğin yüzlerimizi Doğu ya da Batı’ya çevirmekten ibaret olmadığını hatırlattı. Bazen Allah adına kula itaatin yüceltildiği bir telakkiyle, bazen de şiirsel yüceltmelerle hiçliğe indirgenmeye zorlanan kadın kesimlerine şefkat ve saygıyla seslenerek, onları fikir ve sanat alanında üretime çağırdı. (5)
Müslüman kadının haklarından söz ederken, yekpare bir meseleyle karşı karşıya olmadığımızı savunur Aliya. Mesela bazı bölgelerde camiye gitmesi bile meseleyken, bazı bölgelerde cumhurbaşkanlığı konumuna seçiliyor kadın. Bazı bölgelerde peçe bilinmeyen bir uygulamayken, başka bölgelerde bu uygulama dogma mertebesine yükseltiliyor ve adeta din savunulur gibi savunuluyor. “Ancak Müslüman kadının Muhammed (a.s.) zamanında peçe takmadığını kesin olarak biliyoruz. Bu âdeti ilk defa kadın modası olarak Harun er-Reşid’in üvey kız kardeşi olan Uleyya uygulamıştır. Bir moda uygulamasının İslam’ın bir parçasına nasıl kolayca dönüştüğünü araştırmak ilginç olurdu, fakat bir şey neredeyse kesindir ki o da Uleyya’nın, şeriata şahsi katkılar yapmak gibi bir ahlâki donanıma sahip olmadığıdır. Cinsiyetlerin kat’i bir şekilde ayrılması olayı yaygın olarak ancak X. asrın sonunda ortaya çıktı, yani İslam’ın çıkışından 250 yıl sonra; harem sistemi ise Bizanslılardan alınmış ve ancak II. Velid iktidarında yerleşmiştir” diye aktardığı tarihî malumatın ardından şu neticeye ulaşıyor Aliya: “Her halükârda dolaylı kaynakların etkisinin yeterince güçlü olduğu İslam’ın erken döneminde, kadın erkek ilişkilerinde daha doğal, daha basit ve buradan hareketle de daha ahlâki bir uygulama söz konusuydu.” (6)

Erkeklik ve kadınlık prensipleri arasında açık bir zıtlık olduğunu dile getiren düşünürümüz, bu konuda da klişeleşmiş yargıların ötesinde, hayattan yükselen sesleri dikkate alan tespitlerde bulunur. Bir bakıma kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin bin yıl önce nasılsa aynı şekilde sürdüğünü yazan D. H. Lawrence ve Abdülkerim Suruş’u hatırlatır bakışı. İki cins arasındaki eşitliğin tabiatları gereği farklılaştıkları her şeyde değil de haklar ve insan saygınlığı itibarıyla sağlanması gerektiğini savunur. Bu bağlamdaki yorumları kısmen, Sovyetler Birliği’nin kadın ve erkek işçi istihdamının esas aldığı cinsel eşitliğin yol açtığı, kendisinin de tanık olduğu problemli sahnelerden ve örneklerden beslenir. “Sovyetler Birliği’ni trenle dolaştığınızda, demiryolu boyunca, eksi 20 derecedeki kış fırtınasında demiryolu işçisi olarak çalışan kadınları görürsünüz. Onlar birer istisna değildirler, onlardan yüzlercesi buralarda çalışmaktadır. İşte “eşitlik” budur” diye yazıyor. (7)

Sanat ve Kişilik

“Nasıl bir sanat” sorusunun cevabı, tıpkı Kandinsky için olduğu gibi Aliya’da da “başka türlü” şeklinde verilir. Nasıl?” sorusu aynı zamanda bir iyileşmenin çekirdeğini gizliyordur Kandinsky’e göre. “Başka türlü” şeklindeki cevapta ise “kişilik” yansıtan bir açıklama vardır: “…o söz konusu ‘başka türlü’nün içinde (biz buna bugün ‘kişilik’ diyoruz), nesnede kaba malzeme olmaktan öteye gidemeyen şeyi görmekle kalmayıp daha ileri giderek, gerçekçi (realistisch) dönemin ‘olduğu gibi’, ‘hayale dalmadan’, yalnız başına vermeye çalıştığı nesnesinden daha az bedensel olan bir şeyi görme olanağı da vardır”, diye yazıyor Kandinsky. (8)

Kandinsky’nin başka türlü görme yeteneğini “kişilik” olarak adlandırmasına benzer şekilde Aliya da kişi olmayı, gelişmiş kişiliği empati yapma yeteneğine bağlıyor. Kişi olmak, diğer şeylerin yanı sıra bir başkasını mümkün olan en iyi şekilde anlayabilmek, yani kendisini başkasının yerine koyabilmek, bir an için başkasının kalıbında yaşayabilmek anlamına gelir.

Sanatçı yalancı olamaz, Aliya’ya göre. Hakiki bir sanatçı, istemese bile bir mücadele içinde olduğunun bilincindedir. “Onun sanatı –eğer hakiki ise- daima yalanların aleyhine şahitlik etme durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelesinin bulunduğu yer burasıdır” diye yazar. (9) Dolayısıyla sanatı hakikat kılan şey ontolojiktir, sanatta kelimenin tarihi anlamıyla ilerleme gerileme olmaz, diye düşünür. Miro’nun, “Mağara insanı döneminden beri resim gerilemeyi sürdürüyor” şeklindeki görüşünün, resim sanatının medeniyetle ve sözde ilerlemeyle hiçbir esaslı ilişkisinin bulunmadığını anlattığını hatırlatır. Hoş hem insan hem de din için de aynı yargı geçerlidir: Tarihi gelişim ve ilerlemenin, insanlığın gerilemesi ve inhitatı olarak tanımlanabileceğini kaydeder. Sanatçı dindar olmasa bile sanatın dini olduğunu belirtir, Chagall’ın eserleri üzerine bir notunda.

“İtaatın mutsuz felsefesi” üzerine düşünmek

İtaatin yer yer erdem sayıldığı bir kültürel geleneğimiz var. Dağılan parçalanan imparatorluk yapısını ayakta tutma kaygısı, kolay değişmeyen bir telakkinin modern biçemlerle yeniden üretilmesini getirmiştir. İdeal yurttaş öyleyse Durkheim esinli Gökalp’in ifadesiyle, gözlerini kapatarak vazifesini yapacak biri olmalıdır. Dinî mesellerde fazlasıyla örneği bulunacak bu otoriteye her durumda itaat övgüsü, Kur’an’ın “hiç akletmiyor musunuz…” diye başlayan ayeti kerimelerindeki uyarıları göz ardı edilecek kadar yüceltilir.

Bu içselleştirilmiş tebaa tutumu bir ölçüde Cumhuriyet rejiminin yapısının “ululemr” olarak kabullenilmesiyle de süregelmiştir. Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sının hayat felsefesinde de “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” anlayışının anonim sesi ulusçu söylemlerle pekişerek yankılanır ya…

Öylesine içselleştirilmiş bir yankı ki bu, en duru bilinçlerde dahi “Müslüman mı yoksa tebaa mı yetiştiriyoruz?” gibi başlıkları olan yazılarıyla Müslüman toplumlardaki itaat kültürünü sorgulayan Aliya’yı, “Bilge Kral” olarak taltif etmek ister.

Düşünürümüz, İslam Deklarasyonu’nda yer alan, “Müslüman mı, yoksa tebaa mı yetiştiriyoruz?” başlıklı yazısında, Müslümanların çocuklarını sorgulama ve eleştirme, buna bağlı olarak da özgür kararlar verebilme, özgün üretimlerde bulunma gücünden yoksunlaştıran bir itaat felsefesiyle yetiştirmelerinin yol açtığı problemlere değinirken, “itaatin mutsuz felsefesi”ni işte şöyle açımlıyor: “Bir taraftan o, canlı olanları ölü hale getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam’ın etrafında toplamaktadır. O, normal insanlardan suç ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır.”

Aslında kökenini bilmediği, fakat kesin olarak İslam’dan kaynaklanmadığına da emin olduğu itaatin bu mutsuz felsefesi, mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: “Bir taraftan o, canlı olanları ölü hale getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkartarak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam’ın etrafında toplamaktadır.”

Aliya’nın aynı yazısında ideal Müslüman genç telakkisi üzerine yazılmış bir makaleyi eleştirirken yaptığı tespitler, gençlerimize İslam adına öğrettiğimiz itaat felsefesinin ruhlarını nasıl sinikleştirdiğini ortaya koyan çözümlemeler içeriyor. “… O asla bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde teşekkür eder ve özür diler. (…) Hakkını yiyorlar susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor.”

Buna karşılık, kendi yolunda gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek bir gençlikten söz ediyor Aliya. Bu gençliğe, “…tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet” hakkında konuşulması gerekiyor bilge öncüye göre.

Asırlardır birinci kaynaktan gelen İslam fikrinin anlaşılamamasının bir neticesi olarak gençliğimizi yanlış eğittiğimizi öne süren düşünürümüz, bu konuda yeni bir bakış açısı geliştirmenin elzem olduğu konusunda uyarılarda bulunur.

Aliya’nın uyarıları, erdemin kör itaatte ve teslimiyette olmadığını bilen aklı başında, eleştirel düşünceye sahip bir gençlik idealinin altını çiziyor. Bu ideale göre teslimiyet sadece Allah’a olmalıdır. “Ancak Allah’a olan bu teslimiyette Kur’an insan için özgürlük inşa ederek, onu bütün korkulardan ve diğer bütün teslimiyetlerden kurtarmıştır” diye görüşünü açımlamayı sürdürüyor. (10)

Bana Aliya düşüncesinin kendi ülkesinde bir temsilcisi olarak görünen yönetmen Aida Begiç ile 2012 yılı Mart ayında Saraybosna’da yaptığımız (3 Mayıs 2012’de yayımlanan) söyleşi sırasında, kendi gençlik döneminin liderinin kişiliği üzerinde bıraktığı izleri de konuşmuştuk. Begiç’in aşağıya alıntıladığım cevabı, Aliya’nın gençlik, sanat ve eğitim konularındaki perspektifinin uygulamada bulduğu yankı açısından dikkate değer:

“ Savaş başladığında henüz 15 yaşında bir genç kızdım. Her zaman asi ruhlu ve farklıydım. O zamanlarda punk-rock eğilimlere sahiptim. Her ne olursa olsun muhaliftim, ne olduğunu ve neden olduğunu bilmiyorum, ama muhaliftim. Bu yüzden belki,   savaş zamanında hayatın anlamı üzerine düşünmeye, ardından dini keşfetmeye başladım. Kendime öldükten sonra neler olacağını soruyordum. Ve bir sanatçı olarak yetişiyordum. Akademiye gidiyordum o dönemde.  Her zaman sanatçıların muhalif bir yerde durması gerektiğini düşünmüşümdür.  Bence biz herhangi bir politik ana akımın parçası olmamalıyız. Sanatçı her zaman mesafeli olmalı ve iktidarda bulunanları iyi bir şekilde eleştirmeli. Bu açıdan bakarsak, doğrusu ben Tito zamanında bile dünyanın en şahane öncülerinden biri sayılmazdım. Ben bu tip bir insan değilim ve elbet Aliya’nın yapmaya çalıştığı şeyleri takdir ediyorum. Bunu yakın zamanda fark ettim, her şey olup biterken ben çok gençtim, ancak daha sonrasında onun olağanüstü ve karizmatik bir kişi olduğunu anladım. Onun çok özel, çok yumuşak gerçekten çok iyi bir yanı var. Ve onun fikirleri, oluşturmak istediği şeyler gerçekten çok iyiydi. (…) Maalesef bunların çoğu asla gerçekleşmedi. Bugünlerde konuşabildiğimiz ise bütün bu şahane fikirlerin başarısızlığı. Bu yüzden yüksek ihtimalle benim için o sahip olduğumuz tek lider olarak kalacak. Ve onun kadar karizmatik, bu ülkeyi daha iyi bir yere taşıyabilecek bir liderimiz olmasını ancak hayal edebiliyorum.” (11)

O’nu nasıl çağırmalı?

İtaat felsefesini keskin bir dille sorgulamış olan bir düşünürün ülkemizde “Bilge Kral” olarak isimlendirilmesi ironik değil mi…

Hülya Bostan’la bu konu üzerine yazışmıştık. “Bilge Kral lafı beni de rahatsız ediyordu, ama o kadar benimsenmişti ki itiraz etsek sanki hain olacaktık. Belki de benim İzzetbegoviç’e ısınamamama bile sebep olmuştur krallık lafı. ‘Bilgelik’ de sanki krallığı hafifletmek için eklenmişti”, diye anlatmıştı Hülya bana düşüncelerini.
Metin Önal Mengüşoğlu “Bilge Üstad” diye sesleniyor, Ümit Aktaş “Bilge Öncü”.

Suavi Kemal Yazgıç da, www.etkinkulis.com’da yayınlanan “Bilge Kral Değil, Babo” başlığı altında şunları yazdı: “Ona ‘Bilge Kral’ diyerek adını efsaneleştirmeye çalışmak, yaşadığımız imaj çağının insanlara hazırladığı en büyük kapana yaşarken düşmeyen İzzetbegoviç’i hatırasıyla beraber metalaşmaya teslim etmek anlamına gelir.” Yazgıç yazısında “Platonik” göndermeler taşıyan “Bilge Kral” sıfatının “Aydınlanma” Avrupa’sında Voltaire gibi aydınların hasretini çektiği “ideal yönetici” tiplemesinde yer alan “aydınlamış despot” çağrışımını da hatırlatıyordu. Onun önerisi, Emira Albayrak’ın bir yazısından mülhem, Aliya için Bosna’da yaygın olarak kullanılan “Babo” deyişi.

Ali Şeriati Fatıma Fatıma’dır, isimli kitabında farklı yönleriyle incelediği Fatıma’yı hangi özelliğini öne çıkartarak çağırmanın uygun düşeceğini tartışır. “Babasının Annesi” midir o, yoksa “Hüseyin’in Annesi” mi… “Tahire” midir, “Betül” mü… Fatıma’ya özgü isimleri, sıfatları hatırlatır Şeriati ve nihayet, “Hiçbiri değil, O Fatıma’dır” diyerek, nokta koyar açtığı tartışmaya. (12)

Aliya İzzetbegoviç de “Aliya” diye sesleneceğimiz kadar yakın bize, düşünceleri, irfanı, tevazusu ve görkemli bir sadeliği yansıtan cümleleriyle; ona hangi değer bahşeden isim ve sıfatları yakıştırırsak yakıştıralım.

Dipnotlar.

Özgürlüğe Kaçışım/Zindandan Notlar, Klasik; 2005.

İslam Deklarasyonu, Fide; 2007.

Özgürlüğe Kaçışım, sf. 325.

A.g.e., sf. 231, 232, 312, 197.

Cihan Aktaş, İki Ali, Taraf, 9 Ocak 2012.

İslam Deklarasyonu sf. 34; Fide; 2007.

Özgürlüğe Kaçışım, sf. 231, sf. 159.

Vassily Kandinski, “Sanatta Zihinsellik Üstüne, sf. 28, Hayalbaz, 2009)

Özgürlüğe Kaçışım, sf. 11.

İslam Deklarasyonu, sf. 101-104.

Cihan Aktaş, Aide Begiç’le Söyleşi, www.dunyabulteni.net, 2 Mayıs 2012.

Cihan Aktaş, Aliya Aliya’dır, Taraf, 8 Kasım 2010.

 

Cihan Aktaş | Dünya Bülteni

Read Previous

Fransa’dan Komik Karar: İki Yılda Sadece 24 bin Mülteci

Read Next

Dağlıca’daki Terör Saldırısına Makedonya’dan Kınama

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *