“Rumeli bizim medeniyet kimliğimizin ve kültürümüzün öz diyarıdır”

Arnavutça ve Makedonca’ya tercüme edilen kitaplarının tanıtımı için Makedonya’ya bir ziyaret gerçekleştiren Türkiye Cumhuriyeti 62., 63. ve 64. Hükümetleri Başbakanı ve Ak Parti Konya Milletvekili Prof Dr. Ahmet Davutoğlu TİMEBALKAN’a özel açıklamalarda bulundu. Evlad-ı Fatihan şehirlerinin, her zaman şehir geleneğimizin ruh direncini yansıttığını söyleyen Davutoğlu, “Osmanlı hiçbir zaman egemenlik kurduğu şehirlerin kadim ruhuyla kavgalı olmamış, bilakis o kadim ruhu içselleştirerek ve dönüştürerek yaşatmıştır” dedi. Osmanlı tarihi anlaşılmaksızın ve Osmanlı kaynakları kullanılmaksızın Avrupa, Ortadoğu ve Balkanlar tarihinin de anlaşılamayacağını ifade eden Prof. Dr. Ahmet Davuoğlu, bu konudaki temel problem alanlarımızdan birinin Osmanlı mirasını taşıyan tüm ulusların ulusal tarih yazımlarındaki metodolojik ve düşünsel açmazları olduğunu söyledi. Türkiye’nin bugün Balkanlarda bölgesel konuları açık yüreklilikle tartışamayacağı, diyalog kuramayacağı ve işbirliği yapamayacağı hiç bir ülke ya da hiç bir bölgesel aktör olmadığını belirten Davutoğlu, “Sadece Osmanlı geçmişini ve Türkiye’yi değil kimlikler etrafında birbirlerini de ötekileştirmeyen bir kültürün ortaya çıkması konusunda fikirler ürettik” şeklinde konuştu. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile Medeniyetler ve Şehirler kitabından, Osmanlı mirası ile Balkan uluslarının kimlik sorunlarına, Türkiye’deki Rumeli algısı ile Türk dış politikasının realite ikileminden, dünyada yükselen ırkçılığın Balkanlar’a etkisine kadar geniş bir yelpazede gerçekleşen söyleşimizi ilgilerinize sunuyoruz.

Seyyid EMİN, Hakan ALİ / TİMEBALKAN

Üsküp’e farklı vesilelerle birçok kez geldiniz. Üsküp zihniniz ve gönlünüzde nasıl bir yer edindi?

Üsküp’e ilk kez 2005 yılında geldim. Evet, Üsküp farklı vesilelerle çok kez geldiğim, hatta gelmek için çeşitli vesileler ürettiğim şehirlerin başında geliyor. Tüm Balkan şehirlerinin yüreğimde ve zihnimde bambaşka bir yeri oldu her zaman. Gelemediğim göremediğim zamanlarda sanki çocukluğumun geçtiği şehirlermişçesine özledim bu şehirleri. Bu nedenle bu şehirlere her geldiğimde vuslat duygusunun verdiği mutluluğu derinden yaşadım. 2005’te Üsküp’ü ilk gördüğümde Yahya Kemal’in anlatımı üzerinden bana çok tanıdık gelmiş, her sokağını büyük şairin hasretini duyarak dolaşmıştım. Bursa’yı, Konya’yı dolaşır gibi huzurlu ve rahattım. Yahya Kemal’in Kaybolan Şehri’ne kavuşmanın heyecanıyla da aynı anda hüzünlü ve mutluydum.

“Medeniyetler ve Şehirler” isimli kitabınızda Üsküp’teki bir anınızdan bahsederken, “şehirlerin ruhu da o şehri özümseyen insanlarla birlikte göçer ve ebediyen yaşar” ifadelerini kullandınız. Metninizin devamında “şehirlerin ruhunu kaybedenler siyasi hâkimiyetlerini sürdürseler bile kalıcı olamazlar; şehirlere ruh verenler ise siyasi hâkimiyetlerini kaybetseler bile mekânlardaki varlıklarını daim kılarlar” değerlendirmesinde bulunuyorsunuz. Balkan şehirlerinin siyasi egemenleri şehrin kadim ruhuyla niye bu kadar kavgalı?

Bu gelişi benim için özel kılan da bu aslında. 2016’da yayınlanan Medeniyetler ve Şehirler kitabımın tanıtımı ve bu vesileyle Evlad-ı Fatihan’ın genç kuşaklarıyla buluşmak için buradayım. Kitaptan alıntı yaparak okuduğunuz bu ifadeyi kitabın Arnavutça ve Boşnakça baskısına yazdığım önsözlerde de tekrar ederek vurgulamıştım. Bu arada kitabın ilk yabancı dilde baskılarının – aslında yabancı dil olarak görmüyoruz, bunlar bizim dillerimiz, bizim coğrafyamızın ortak dilleri- Arnavutça, Makedonca yapılmış ve Boşnakça yapılacak olması beni ayrıca memnun etti. Gerçekten de Evlad-ı Fatihan şehirleri, Üsküp’ü, Kalkandelen’i, Gostivar’ı, Prizren’i, Saraybosnası, Mostar’ı, Filibesi ve Selanik’i ile şehir geleneğimizin ruh direncini her zaman yansıtırlar. Osmanlı hiç bir zaman egemenlik kurduğu şehirlerin kadim ruhuyla kavgalı olmamış, bilakis o kadim ruhu içselleştirerek ve dönüştürerek yaşatmıştır. Bu şehirlerin ruh direnci de bu içselleştirme ve dönüştürme kabiliyetleri sayesindedir. Osmanlı sonrası modern dönemde, son yüzyıl içerisinde bu şehirlerin çok kültürlü yapılarına karşı siyasi egemenlerin verdiği kavga kültürel tekleşme ve yıkıma neden olmuştur. Bu kavganın son sahnesini Yugoslavya’nın dağılması esnasında ve sonrasında hep birlikte gördük. 1996 yılında savaştan hemen sonra Saraybosna’ya ilk gittiğimde hem bu yıkımı hem de bu yıkıma karşı onurlu bir biçimde direnmiş olan şehrin ruhunu hissettim. Üç yıl boyunca tarihin en acımasız kuşatmalarından birini yaşayan bu şehir Gazi Hüsrev Bey Camii başta olmak üzere tüm tarihi mirasın tanıklığıyla direnme iradesini gösteriyordu.

Osmanlı’dan kopan Balkan uluslarının çoğu, kimlik oluşum süreçlerinde Osmanlı mirasını sert bir ötekileştirmeye tabi tutuyor. Bu günümüzde de devam ediyor. Peki Osmanlı mirası ile Balkan uluslarının kimliklerini neden barıştıramadık ya da barıştırmak mümkün mü?

Evet barıştırmak mümkün ve bölgesel ve küresel barış için bunu yapmaya mecburuz. Bu soru çerçevesinde ilk aklıma gelen şey, Balkan halklarını “asırlarca tarihsiz kalmış halklar” olarak tanımlayan C. E. Bosworth’a ünlü Osmanlı tarihçisi Cemal Kafadar’ın yönelttiği sorudur. Kafadar bu tanımlama çerçevesinde bir tarihçi Müslüman Slav ve Arnavutları nereye koyabilecektir? sorusunu sorar. Aslında tarihî gerçeklikler açık bir şekilde ortaya koymaktadır ki, Osmanlı tarihi anlaşılmaksızın ve Osmanlı kaynakları kullanılmaksızın Avrupa, Ortadoğu ve Balkanlar tarihi de anlaşılamayacağı gibi bu bölgelerdeki ulusların ulusal tarihi de yazılamaz. Soruyla ilgili olarak temel problem alanlarımızdan birisi Osmanlı mirasını taşıyan tüm ulusların ulusal tarih yazımlarındaki metodolojik ve düşünsel açmazlardır. Tek tek geliştirilen ulusal tarih algıları Osmanlı döneminin modernite-öncesini temsil eden arkaik bir yapı olarak algılanmasına yol açmıştır. Bu algı Osmanlı tarihinin kendi iç bütünselliğinin anlaşılmasını da güçleştirmiştir.

Osmanlı bünyesindeki toplumları karşılıklı olarak ötekileştiren bu tarih algısı geriye dönük anakronik bir hesaplaşma psikolojisine dayanmıştır. Konjonktürel yüzleşmeler ve karşıtlıklar asırlarca süregitmiş zıtlıklar temeline oturtulmuş; modern dönemin eseri olan ulusal kimlikler siyasi kategoriler olarak geriye doğru yeniden kurgulanmışlardır. Bu algının ilk ortaya çıktığı Hristiyan unsurlar için Batı-Doğu, Hristiyan-Müslüman/Türk ayrımında kendisini gösteren bu anakronik zıtlıklar, Müslüman unsurlar için daha çok geri kalmışlık ve dışlanmışlık temeline oturtulmuş ve yaşanan problemlerin açıklayıcı paradigması olmuştur. Bu yaklaşım zamanla Osmanlı’nın kurucu unsuru kabul edilen Müslüman-Türk unsur tarafından da benimsenmiş, yaşanan gerçekliğin sorumlusu olarak görülen tarihi geçmiş sanık sandalyesine oturtulmuştur. Hristiyan unsurların ulusal öncüleri Osmanlı asırlarını karşı cephenin siyasi egemenlik tarihi olarak görürken, Müslüman unsurların ulusal öncüleri aynı dönemi kendi ulusal tarih bilinçleri açısından izahta zorlandıkları tarihî bir yük olarak değerlendirme çabası içine girmişlerdir. Kendi ulusunun varoluşunu anlamlandırmaya çalışan yeni bir öznenin doğuşu ve bu öznenin kendine ve ait olduğu ulusa Avrupa-merkezli yeni tarih anlayışı içinde anlamlı bir yer bulma çabası, bu yeni tarihçi özneyi Osmanlı-öncesi dönem ile modern ulusal dönem arasında Osmanlı engelini aşan/dışlayan bir tarih ideolojisi geliştirmeye yöneltmiştir. Bu durum derin kimlik bilinci ve tarih algısı kaymalarını beraberinde getirmiştir.
Dolayısıyla öncelikle kendi tarih yazımlarımızla tek tek hesaplaşmamız gerekmektedir.
Takdir edersiniz ki bu konuyu konuşmak bir röportajın sınırlarını aşar, saatlerce konuşabiliriz…


Türkiye’de insanların gönüllerinde çok özel ve samimi bir Rumeli algısı var. Bir de günümüz Balkanlarının en azından o algıdan biraz daha farklı realiteleri var. Sizce Türk dış politikasının karar alma mekanizmaları bu algı ve realite ikilemini nasıl dengeliyor?

Elhamdülillah özellikle 2002 yılından itibaren Türkiye bu dengeleri hep gözönünde bulundurmak suretiyle bölgeye yönelik politikalar üretti. Bahsettiğiniz algı ve realite arasındaki makasın mümkün olduğu kadar kapanması için çaba sarfetti. Bunda da önemli mesafeler katettiğimize inanıyorum. Bölgedeki tüm unsurlara karşı göstermeye çalıştığımız samimi ilgi ve çabalarımız neticesinde Türkiye’ye yönelik algının olumlu yönde değişmeye başladığını hep birlikte gördük. Türkiye’nin bugün Balkanlarda bölgesel konuları açık yüreklilikle tartışamayacağı, diyalog kuramayacağı ve işbirliği yapamayacağı hiç bir ülke ya da hiç bir bölgesel aktör yoktur. Bugün birlikte çalışma ve sorunlara birlikte çözümler üretme zeminini sürekli kılacak pek çok mekanizmaya ve ortak birikime sahibiz. Genellikle parçalanma ve çözülme süreçlerinde örnek olarak gösterilen Balkanlar coğrafyasının işbirliği ve bölgesel düzen fikrinin bir örneği olarak kendini gösterme şansına sahip olduğuna hep inandık ve bu vizyonla bölgeye yaklaştık. Balkan ülkelerini ortak hedefler etrafında birleştirecek bir vizyonun ortaya çıkması için çaba sarfettik. Sadece Osmanlı geçmişini ve Türkiye’yi değil kimlikler etrafında birbirlerini de ötekileştirmeyen bir kültürün ortaya çıkması konusunda fikirler ürettik. Kriz merkezli değil vizyon merkezli politikalar ortaya koymanın önemini vurguladık. Kriz merkezli yaklaşımlar geçmişteki krizleri akıllara getireceği için acı dönemin mirasını hep gündemde tutar ve yeniden yeniden üretir. Vizyon merkezli yaklaşım ise bunun tersine yeni çözüm çerçevelerinin önünü açar. Elbette ki tarihi sadece geçmişin bir yükü ve geleceğin önünde bir engel olarak göremeyiz ancak geleceğimizi inşa ederken geçmiş mirasımızla kendimizi sınırlayamayız. Böyle bir yaklaşım Balkan uluslarının etnik, dini ya da mezhepsel farklılıklarına bakılmaksızın ortak değerler etrafında biraraya gelebileceğini ve ortak bir gelecek vizyonu ortaya koyabileceğini varsayar. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgeye yaklaşımı kriz-merkezli olmaktan çok vizyon-merkezli, geçmişe dönük olmaktan çok geleceğe dönük ve ideoloji-temelli olmaktan çok değer temelli olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir.

Türkiye, Balkanlarda elçiliklerle birlikte TİKA, YEE, AA, Maarif, Kızılay, Diyanet ve birçok kurum ile varlık göstermeye çalışıyor. Yine özellikle son zamanlarda Türkiye, Makedonya’da en çok yatırım yapan ülkelerin başında geliyor. Mevcut koşullarda Türkiye’nin bölgedeki etkisini değerlendirir misiniz?

Türkiye tam da bu vizyonun önemli bir parçası olarak, bu vizyonu hayata geçirecek mekanizmaların geliştirilmesi konusunda öncü bir rol oynamaktadır. Türkiye, Bosna ve Sırbistan arasında kurulan işbirliği mekanizmasını bölge barışı için tarihi bir adım olarak görmek gerekir. 1990’larda kimse Türkiye ve Sırbistan’ın birlikte çalışabileceğini düşünemezdi. Aynı şekilde Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan arasında olduğu gibi, Türkiye, Bosna-Hersek ve Hırvatistan arasında da üçlü işbirliği mekanizmaları geliştirilmiştir. İkili üçlü ve çoklu mekanizmalar muhakkak daha kapsamlı bölgesel girişimlerin de önünü açacaktır. Türkiye’nin sizin de zikrettiğiniz TİKA, Yunus Emre, Yurtdışı Türkler Başkanlığı, Diyanet gibi kurumlarıyla bölgede varlık göstermesi bu vizyonun sürekli ve kalıcı kılınması yönündeki kararlılığının ürünüdür. Bu kurumlar algı yönetiminin de en önemli araçları olarak görülmelidir. AK Parti iktidarları boyunca bölge ülkeleriyle kurulan yakın ilişkiler yatırımların önünü açmış, 2002’den bu yana bölgedeki ticaret hacmi sürekli genişleme trendi göstererek, dört kat artmıştır. Bu ivmenin artarak devam edeceğine inanıyorum.

Avrupa’da ve Dünya’da yükselen ırkçılık doğal olarak Balkanlar’ı da etkiliyor. Bununla birlikte Batı ile Rusya arasındaki rekabet bundan sonra Balkanlar’da daha fazla hissedilecek. Sizce yeni konjonktür Türkiye’nin Balkanlar politikasını nasıl etkiler?

Uluslararası Balkan, Kalkandelen ve Kiril Metodi Üniversitelerinde yaptığım konuşmalarda bu konuya dikkat çektim. Bugünlerde “Sistemik Deprem: Kapsayıcı Küresel Yönetişime Karşı Dışlayıcı Populizm” başlıklı bir kitap üzerinde çalışıyorum. Maalesef son dönemde hızla yayılan karamsarlık psikolojisine rasyonaliteden uzak duygusal politik yaklaşımlar eşlik etmektedir. Irkçı/popülist/otoriter söylemlere sahip siyasi partilerin yükselişe geçmesi dünya barışı için oldukça endişe vericidir. Mevcut sistemin uluslararası, bölgesel ve ulusal sorunlara çözüm bulma kapasitesine olan inanç giderek kaybolmakta bu da marjinal yaklaşım ve politikaların zemin bulmasına neden olmaktadır. Karamsarlığın yaygınlaşması yalnızca geniş kitleleri değil politika yapımcılarını da esir almakta, vizyon ve çözüm odaklı perspektiflerin önünü kapatmaktadır. Bugün hem ulusal hem uluslararası düzen kurumsal anlamda ciddi bir yeniden yapılanma sürecine ihtiyaç hissetmektedir. Bu yeniden yapılanma sürecinin daha da ertelenmesi sistemik depremin derinleşmesine ve yıkıcı gerilim ve savaşların yaygınlaşmasına yol açabilir. Vizyoner bir perspektifle katılımcı ve içselleştirici yeni bir kurumsal mimari tasavvurunun ortaya konması ise kalıcı bir düzenin altyapısını hazırlayacaktır.

Balkanlar özelinde bahsettiğim vizyon kalıcı kılınabilir ve kurulan mevcut mekanizmalar devam ettirilebilirse Avrupa ve tüm dünyada yükselen milliyetçi/ırkçı/popülist dalganın önünde Balkanların bir set oluşturabileceğini düşünüyorum. Tümüyle bu dalganın dışında kalabilmenin, hele hele Balkan coğrafyası düşünüldüğünde ülkeler için oldukça zor olduğunun farkındayım. Bununla birlikte çok kültürlülük sınavından geçmekte zorlanan Batılı ülkeler için Balkanların kültürel bir birarada yaşama modeli sunduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.

Eserleriniz Balkan dillerine de tercüme ediliyor. En son Medeniyetler ve Şehirler kitabınız Arnavutça ve Makedonca’ya çevrildi. Ahmet Davutoğlu bu tercümeler ile çok kimlikli ve çok farklı dini, kültürel unsurları içinde barındıran Balkanlar’a ne anlatmak istiyor?

Evet, daha önce de ifade ettiğim gibi Arnavutça ve Makedonca’dan sonra Boşnakça’da da yayınlanacak. Gönlümde ve zihnimde müstesna bir yeri olan bu coğrafyanın müstesna insanlarına bu coğrafyanın dilleriyle, gönül coğrafyamızın şehirleri vasıtasıyla, hitap etmek benim için bir ayrıcalık. Bu vesileyle emeği geçen herkese buradan teşekkürlerimi bir kez daha iletmek istiyorum.

Aslında Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca, Aliya’nın ise yıllar önce ölüm döşeğinde verdiği mesajla benim bu kitap vasıtasıyla vermek istediğim arasında bir fark yok. Ölüm döşeğinde yazdığı şiirde ne demişti Aliya? “Dik dur, Yıldızların altında nasıl başı eğik durursun? …..Bu yüzden dik dur!”. Bu dizeler Aliya’nın hayatının ve Saraybosna hatta Balkanların tarihinin kısa bir özeti gibidir.

Balkanlar böylesi tarihi bir dönemeçte çok kültürlülüğün getirdiği zenginlikle birarada yaşamanın güzelliğini tüm dünyaya kanıtlamak için Aliya’nın dediği gibi ayakta, dimdik durmak zorundadır.

Son olarak, TİMEBALKAN aracılığıyla, Balkanlar’daki soydaşlarımıza neler söylemek istersiniz?

Rumeli bizim medeniyet kimliğimizin ve kültürümüzün öz diyarıdır. Soydaşlarımız bu diyarın ve bu emanetin asli sahipleridir. Onların barış içinde atayurtlarında inançlarını, dillerini ve kültürünü koruyarak onurla yaşamaları en büyük dileğimiz ve amacımızdır.

Read Previous

Kış saati uygulaması yarın başlıyor

Read Next

Cumhuriyet Bayramı coşkuyla kutlanıyor

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *