Kutu

Soğuk. Dört bir yandan üstüme yağıyor. Omuzlarımda buzlanmış yumaklar. Silkeliyorum arada bir. Düşmezler bazen. Kovuyorum ellerimle. Avuçlarıma yapışıyorlar. Ne menem şeymiş bu soğuk? İçime içime işliyor. Çaresi yok mu? Sokaklar bomboş…

Oturduğum kaldırım taşı konuşsa benimle. Derdim ona derdimi. Gel sen yapma bari, anlaşalım seninle, üşütme beni, her gün süpürürüm elimle ben de seni, geçinir gideriz… Şu kutu da olmasa… Islak taşlarda tir tir titremesine rağmen hiç kımıldamıyor. İçimi ısıtmakla meşgul. Ben ona bakarım o da bana. İçindekiler sanki yavrularıymış gibi birden kapatıyor kapaklarını üstlerine hoyratça her esişinde rüzgârın. Soğuktan koruyor onları geniş kollarıyla. Ben tekrar açınca da küsüyormuş gibi yapıyor. Nasıl küsmesin? Üzerlerine biriken her bir kar tanesiyle mücadele ediyor kucağındakiler, durmadan birbirlerine sokuluyorlar sanki. Görünmez silkinişleriyle atıveriyorlar beyaz soğukları her veriverişimde elimi, daha bir sakinleşiyorlar, daha bir rahatlıyor sanki bana bakıp bakıp. Güzel kutum benim.

Herkes sana kutu diyor, herhangi bir kutuymuşsun gibi; içinde birkaç öteberi bulunan ya da içindekiler alındıktan sonra birkaç saat ayakaltında dolanan, arada tekmeler atılan ve iyice dağıldıktan sonra çöpe atılan sıradan bir kutu. Oysa içinde neler gizlediğini, ne tür umutlara doğru yükselmeyi bekleyen kelebek kozalarının sıra sıra dizili olduğunu bilseler böyle demezlerdi. Sıradan bir kutusun onlara göre, içindekiler de çikolata, ya da krem banana. Kimse bilmez sende gördüklerimi, kimse başını uzatamıyor alabildiğine hızlanan zamanın penceresinden… Şöyle bir eliyle uzatıyor on denar, bir tane alıyor diğer eliyle. Sen vermek istemiyormuş gibi uzanıyorsun telaşla, sonra kalanlara bir kez daha sarılıyorsun çaresiz, bir daha uzanıyorsun kirpiklerime kutu halinle, kor gibi oluyor içim.

Bugün iki tane satabildim sadece. Nazmi ağabeyin orada. Eski bir yer, çarşıda… Halim’in hanı mı ne, öyle derler. Geçen konuşurlarken kulak asmıştım biraz. Eski Türk zamanından kalmış. Sonra işte kahve olmuş. Nazmi ağabeyin çok sevdiği Pal diye bir güvercini varmış. İki üç saat hiç konmadan uçarmış. Kahvenin adını da Pal koymuş. Pal Kahvesi…

Aman, bana ne ki bunlardan!? Yok eskiymiş, hanmış, güvercinmiş, bilmem ne kadar uçuyormuş. Kahve işte… Ama anlayamadığım başka bir havası var sanki. Çaydanmış, öyle diyorlar, Türk çayından… Şöyle geçerken uğrayıveriyorum bazen. İyi de oluyor, mutlaka iki tane satıyorum. Onca büyük büyük adamlar arasına girmek tuhaf biraz, biliyorum, ama işte… Üstelik müşterinin kimisi ters ters bakıyor, sonra çaycı çırağının dik dik bakışları yok mu? Korkutuyor beni. Yine de kendiliğinden getiriyor beni ayaklarım buraya içimin her çekinişinin sonuçsuz kalmasından cesaret alarak. Satmak zorundayım çünkü hepsini, satmak ve eve para götürmek. Ya da, belki de hemencecik büyümek istediğimdendir buraya gelişlerim…

Büyüyünce ben de bu kahveye geleceğim. Korkmadan, çekinmeden. Bana ters bakanların gözüne gözüne bakacağım. Artık büyüdüm ya, onlar ne yapıyorlarsa aynısını ben de yapacağım. Sigara, çay içeceğim mesela. Acı olsa da içeceğim, büyüdüğümü göstermek için. İçeceğim…

Burada ezberledim artık herkesi. Yalnız biri var, köşedeki pencere yanında oturan adam. Hep aynı yerde. Benim de tek müşterim. Pek konuşmaz. Eli sakalında gözü dalgın hep düşünür. Hani bir zamanlar zelzele olmuş, ablası duvar altında kalmış. O günden bu yana hep düşünürmüş bu adam. Arada bir irkilir, ciddileşir, yüzü gerilir, başı omuzlarıyla birlikte zikir edermişçesine hafif ileri geri sallanır bir müddet. Sonra alnına ve şakaklarına boncuk boncuk biriken terler ışıldar, daha sonra meçhul bir enkazın her bir ayrıntısını ve ağırlığını üzerlerinde taşıyormuş ve artık dayanamıyormuş gibi omuzları düşer, uzunca tutulan bir nefesin birden acıyla bırakılmasına benzer bir solukla önündeki masaya doğru çöker. Sonra iki eliyle yüzünü gözünü iyice ovalar, derin bir iç çeker, iki öksürür, Nazmi abiye aman diler gibi bir göz atar, sonrasında yine az önceki gibi dalgın bakışlarını dışarıda bir noktaya sabitler, çayı da çok geçmeden geliverir.

Onunla konuşabilsem keşke. Merak eder dururum. Neden hiç konuşmazsın diye sorardım. Bugün benle konuşur diye biraz olsun umutlandım. Kutumu göğüs hizamda kolumla sıkıca tutmuş, elimi neredeyse hissetmemeye başlamıştım. Yarım dakika da olsa ısınırım diye Murat Paşayı arkamda bırakarak kahveye sapıverdim. Köşedeki basamakları indim. Kahve önümde. Yaylı kapı… Sigara dumanı… Karşımda “Hoş Geldin Erdoğan” posteri ve gözleri kızarmış birkaç yorgun müşteri. Hiç kimseye aldırmadım. Doğruca o adama yöneldim. Aynı yerinde oturmuş. Yalnız. Eli yanağında camdan dışarı bakıyor. Çayı buz gibi olmuş.

– Abi! dedim.

Nedense yakın hissediyorum kendimi bu adama. Babamı görüyorum sanki onda… Baba… İnsanın babasının olması ne güzeldir..? Dün, benim yaşımda çok güzel giyinmiş bir çocuğu gördüm. Yüzü tertemizdi. Gözleri ışıl ışıl. Beresi yepyeni. Ayakkabıları parlak. Babası elinden tutmuş çarşıda yürüyorlardı. Üstelik eldiveni de vardı. Başı yukarıda, meraklı gözlerle türlü sorular soruyordu. Cevap alınca da kıkırdayıp gülüyordu. Öylece yürüdüler, öylece baktım arkalarından. Nasıl kıskandım..! Gidip diğer elinden de benim tutasım geldi. Başka bir şey istemiyorum, tek bir soruma cevap versindi: “Babamı hiç gördün mü?” Öyle bir cevap versin ki, sevinçten ben de kıkırdayayım, zıplayayım, havalara uçayım. Sonra ayrılırdım onlardan. Üstü sabun kokan bir çocuğun yanında yürüyemezdim, rahatsız olurlardı… Her gün başka bir şekilde hayal ederim onu. Babamı işte… Sahi olsaydı ne yapardı? Geçen gün çikolatalarımı döken İrfan’ı iyice pataklardı mesela, eminim bundan! Ben de basardım kahkahayı. Dizimin kanaması da umurumda olmazdı… Başka ne yapardı? Eve gittiğimde: “Oh loçkam, dondun mi?” der yanağımı sıkardı, bunu kesin yapardı. Sonra kucağına alıp “Kerim Aga ile Sibin’in” hikayesini anlatırdı bana. Beraber gülüp eğlenirdik. “Babam!” diye kocaman sarılırdım ona. Babam..!

Belki de bu adam babamdır…

Tamam! Kendine gel! İşine bak, ciddi ol!

Elimdekini uzattım.

– Abi?

Yorgun gözlerini pencereden ayırdı. Beni seçmeye çalıştı, tepeden tırnağa süzdü. Gözlerini gözlerime sabitledi. Kaşlarını çattı. Gözlerinden bir şefkat ışığı geçti. Ağzının sağ kenarına gölgeli bir gülümseme kondu. Ağır ağır eskimiş ceketinin delik cebinden yıpranmış iki tane on denar çıkardı. Masanın ucuna koydu. Soğumuş çayın yanına iki tane bırakıp çıktım. Benimle konuşmak mı istiyordu yoksa? Ya da bana mı öyle geldi? Peşimden gelir belki, bilmiyorum… Adımı çağırır mı acaba? Adımlarımı yavaş ve sessiz atıyorum…

Kimse çağırmadı… Kızdım! Canım sıkıldı…

Üf..!

Eve dönsem mi..? Ya anne azarı? Bekle! Önce hepsini sat, öyle…

Annem sabahları beni uğurlarken bir telaşa kapılıyor hep. Misafir mi gelecek? Bana neden söylemiyor? Evin erkeğiyim sonuçta. Kim gelir kim gelmez bilirim, bilmeliyim. Annemin bir derdi varsa söylesin bana. Ben büyüdüm artık… Her şeyini Suzan denen o kadına anlatıyor. Bana da anlatsa ya! Salı günü hastaydım ya hani, iki saat aralıksız konuştular fısıldayarak. Bir ara tuvalete gittim. Duymadılar. Salon kapısı aralıktı. Bir bakayım dedim. Annem elindeki mendili arada gözlerine götürüyordu burnunu çekerek. Dudağımı ısırdım. Gidip sarılmak istedim… Ama hayır! Erkekler güçlü olur! Biraz daha dikkatle baktım. Annemin yanında üç paket çikolata kutusu. Yeni, hiç açılmamışlar. Birden çok sevindim, ama bir o kadar da üzüldüm. Kimse yardım etmesin bize, istemiyorum, ben bakarım anneme. Ama beni dinlemezler ki. Üşüdüm. Şimdi doğru yatağa. Sonra sarılırım anneciğime.

Bana belli etmiyor, ama ben biliyorum annemin beni ne çok sevdiğini. Geceleri üstümü örtmeye geldiğinde saçımı okşuyor. Öpüyor beni. Nasıl mutlu oluyorum… Bazen yatağımın kenarına ilişiyor. Düşüncelere dalıyor. Ben uyuyor gibi yapıyorum. Puslu sokak lambasının kesik kesik gönderdiği baygın sarı ışığın yansımasında yüzünü seçmeye çalışıyorum kirpiklerimin titreşimleri arasından. Hafif huzursuzum. Odada alaca karanlık hüküm sürüyor, sessizliğin sesiyle kaplıyorlar her yeri yavaştan. Eşyalar kendi içine kapanıyor. Zaman kıyama duruyor. Annem hariç tüm varlık, az sonra sessizliği ve zamanı şak diye kesecek o tek bir sese sabitlenmiş bekliyor. Duymasam keşke. Göz kapaklarımı iyice sıkıyorum. Nefesim olduğu yerde çakılıyor. Kulaklarımı sıkıca kapatma ihtiyacı olanca şiddetiyle geçiyor bedenimden… Derken beklenen oluyor. İşte o ses, annemin gözünden kopan damlanın yorganıma düşme sesi: “Tıp!” Gök kubbemde yankılanan koca bir sessiz çığlık, kulaklarımı delecek gibi. İçimdeki dünyada bir zelzele daha oluyor. Yıkılan karton binalar, altında kalan renkli arabalar, camları tuzla buz olan dükkânlar, savrulan şekerler, ezilen velespitler, patlayan toplar, uçuşan kâğıtlar ve her yere, yollara, sokaklara, caddelere, kaldırımlara yağan acımsı, kuru ve karanlık gri bir toz yağmuru. Odada her şey birbirine çarparak yerini bulmaya çalışıyor, ortalık karma karışık ve kap karanlık… Sonra derin bir iç çekip çıkıyor annem. Ben bütün bu enkazın içinde el yordamıyla sabaha dek uykumu arıyorum. Sonra yorgun düşüyorum. Gelip o beni buluyor. Sabah beraberinde getirdikleri arasında tek güzel bir şey oluyor: hiç açılmamış bir çikolata kutusu. Uyanınca yanı başımda beni bekliyor ışıl ışıl. Bir süre ben ona bakarım o da bana.

Annem beni çok seviyor sevmesine ama çok da azarlıyor. Anne işte. Şımaracağımdan mı korkuyor ne..? Her gün sabahtan gönderiyor beni. İnsan çocuğuyla vakit geçirmek istemez mi? Her sabah aynı şey:

– Çabuk ye! Paltonu giy! Satmadan gelme! Se biliysın ne yaparım..!

Bugün acele çıktım. Köşede bir amca. Ellerinde birer poşet. Beni görünce yan sokağa saptı.

Kutum kucağımda yürüdüm.

Gazi Baba… Bit Pazar… Türk çarşısı…

İşte geldik! Haydi aç!

Yine kuyumcu Üsmen, yine babacan sesler:

– Ayde mori yoktur zarar, yarın gideciz Matka’ya…

Koca bir günde koca bir kutudan yalnızca iki tane sattım. Kolları dizlerinin üstünde sıkıca bağlı sokakta bir köşede oturmuş kaşlarının altından bakan ve önünde bir kutu olan gölge gibi birini, soğuğun bir dalga gibi önüne kattığı birkaç kişinin evlerine koşturmaları arasında fark eden olur mu? Belli olmaz. Bakarsın kahvedeki abi gibi biri çıkıp gelir. Az daha bekle. Akşam olmak üzere. Kutumun içi kar dolmuş. Kaldırım taşı yine suskun yine çok soğuk. Ayaklarım da buzlandı. Yağmasa bari.

Aralık 2014 / Üsküp

Read Previous

İştip ve Plasnitsa yeni belediye başkanlarını seçiyor

Read Next

Son 24 saatte 613 yeni vaka, 25 ölü