“Humeynizm vs Gülenizm”

Kuzey Makedonya ve Balkanların önemli münevverlerinden ilahiyatçı – yazar Prof. Dr. İsmail Bardhi’nin “Humeynizm vs Gülenizm” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz.

TİMEBALKAN

“Biz dileseydik, onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun, sen onları, konuşma tarzlarından da tanırsın. Allah yaptıklarınızı bilir.”

Kur’an-ı Kerim, Muhammed 30

Herman Hesse’nin iddia ettiği gibi, dünyanın tüm ruhsal içeriğinin oyunda yeniden üretilebileceği doğruysa, o zaman oyun dünyası yalnızca gizli derinlikleri veya insani genişleme testi için değil, aynı zamanda çoğunlukla oyunun inatçı alışkanlığı, insan yaşamının birliğine ve onun aktif pratiğine karşı çıkar. Teknokratik dünyanın yozlaşan küstahlık ruhunu, bireysel ve öznel değerlere karşı duyarsızlığını destekleyen çağdaş toplumun ideolojik/devrimci ve pragmatik yapılarının etkisi altındaki oyun, bağımsız ve anlaşılması zor doğası gereği olmadığı şey olmaya zorlanır. Standardizasyon, klişeleştirme ve muğlaklık eğilimleri modern insanın özlemlerinin çoğunu emmiş, buna rağmen hem yaratıcı pratikten hem de oyun dünyasının çoğulluğundan çok uzak kalmıştır.

Bugünün İran’ında – bayrağıyla yaşanan (la ilahe illallah’ın silindiği) son “oyun” da dâhil olmak üzere – vukû bulan son “değişiklikler” (son 40 yıldakileri kast ediyorum) bana sorumluluk kelimesini hatırlattı. Bu konuyu ele almam gerek, çünkü son zamanlarda farklı nitelikteki şeyler çok sık tekrarlanıyor – burada doğanın yok edilmesinden, su kirliliğinden ve içtiğimiz, yediğimiz besinin yüzde kaçının plastik ve kireç olduğunu bilmememizden veya kukla gibi yönetilen virüsten söz etmiyorum – ve büyük toplumsal değişimler de dâhil olmak üzere – ki geçmişte her değişiklikten sonra yüzbinlerce insanın iz bırakmadan kaybolduğu mâlum – bugün bizlerin içinde boğulduğumuz dertlerden dolayı ölümü kurtuluş olarak düşünmeye başladığımızı belirtmeliyim. Her halükârda, burada kısmen doğru/yanlış olarak cevaplamak istediğim soru ortaya çıkmakta ama daha da önemlisi tatmin olmadığımı ve aslında endişelendiğimi kanıtlamak istiyorum. Münhasıran gece gündüz kurtuluşumuz olarak nitelendirdiğimiz din ve inanç konusunda endişeliyim ve diğer yandan, bu bağlamda vukû bulan farklı olaylar büyük bir şüphe ve soru işareti yaratıyor: Bu iki yaşlı adam, bir zamanlar Humeyni, şimdi Gülen ne yapmak istiyor!? Olacakların/olabileceklerin farkında olduklarını düşünüyor musunuz?

– Humeyni(izm)

Daha sonraları siyasi bir iktidara dönüşen, devlet kuran ve dönemin Şah Krallığı gibi çok kadim bir imparatorluğu bir nevi ortadan kaldıran bu hareket nasıl ortaya çıktı (hakikaten böyle bir hareket ortaya çıktı mı) ? Bu açıdan bakıldığında büyüklerimizin şaşırtmayan – yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal – sözünü anımsayarak birilerinin bizi o dönemde aldattığını kabul etmek gerekir. Ancak, eski Yugoslavya’daki sosyalist “krallığımız” bile, proletaryanın kapitalist krallıklara ve yöneticilere karşı mücadelesiyle, özellikle Afrika ve Asya’da insanların haklarını koruma iddiasındaydı. Biz “Müslümanlar” da, dinin rengine bürünmüş bir görünüme sahip olan ve devrim yapan Humeyni figüründen dolayı çok “mutlu” olduk; bunun özellikle sosyalist/komünist olanları da dâhil olmak üzere devrimler peşinde çıldıran biz “Yugoslav” Müslümanları için geçerli olduğunu belirtmeliyim. Bu bir paradoks tezahürüdür, zirâ o zamanlar kaynağı kardeşlik-birlik devriminde olan – örnek vermek gerekirse: “devlet veya hakimiyet” gibi – herhangi bir ifadeyi bizde hiç duymadım veya zikretmedim. Bunlar bizim için “hapsedilmiş” İslam’ı ve “kontrol edilen mazlum Müslümanları” temsil eden, beynimize şimşek gibi çakan sloganlardı. Egemen tabirin “kardeşlik-birlik” olmasına rağmen, bu ve buna benzer sloganların aslında içi boş palavralar olduğu da gün geçtikçe ispatlandı. Bu özellikle biz Arnavutlar için geçerliydi, zira bize karşı büyük bir ayrımcılık vardı, bugünün bakış açısıdan değerlendirdiğimde o zamanlarda bir “zafiyetin” olduğu kanaatindeyim, çünkü Arnavutlar olarak bu “zafiyetin” sorumlusunun kendimiz olduğunu unutmuştuk ve ısrarla başkalarının suçlu olduğunu, başkalarının bizi okulsuz bıraktığını; başkalarının bizi evsiz bıraktığını söyleyen daimi avazımıza devam ettik… Mezkur devrim, içinde yaşadığımız eski sistem tarafından “desteklendi”, bizlerse gazetelerde ve “kırmızı”-siyah televizyonlarda bazı resimleri okuyup izlerken onu alkışladık.

Bununla ilgili en önemli soruları sormayı unuttuk: Bu sevilen ve çok sempatik yaşlı dindar adamın Devrimi nasıl ve neden, tam da dünyaca malum verilere göre, İran şahının başta silahlanma konusunda öfkeyle büyük değişiklikler yapmaya, yani farklı ülkelerden silah satın alınmaya başladığı sırada ortaya çıktı?! Üzülerek söylüyorum ki bu devrim aynı zamanda arkasında “birilerinin” durduğu veya “birileri” tarafından hazırlanan hareketlerden biriydi. “Mucizevi” sahneyi de hatırlamalıyız: Humeyni’nin Irak’tan Paris’e geçişi, bir kurtarıcı olarak Paris’ten Tahran’a uçakla inişi ve burada doğaüstü bir güce dönüşen hazırlanmış bir karşılama töreni ile karşılanması. Şiilik, doğal olarak Müslüman din adamına özel bir ağırlık verir ve onu çok daha büyük bir sorumluluk sahibi bir kişi olarak görür, çünkü o, dini tebliğ ve dini uygulama kutsal sorumluluğunun yorumunu ve gelişimini üstlenir. Burada imameti değil, yıllardır ihmaller ve hatalar yapan bu devlet liderliği biçiminin resmi tarafını ele alacağım. Dinî hatalardan biri, anlama arzusunun asla dile getirilmemesi, buna karşın iktidarın ideolojik bir dini güçlendirmeye çalışması olmuştur, ki bu İslam için bir “oyun” veya Allah’ın emanetinin suiistimal edilmesi anlamını taşımaktadır. Bu tür dinî devlet liderliğinin bir benzeri Vatikan’da mevcuttur. Ve ardından İran ile Irak arasında, daha doğrusu Müslümanlar arasında kanlı bir savaş yaşandı.

Yukarıda da belirtildiği gibi, Yugoslavya başlangıçta bu devrimi dikkatle takip etti ve “Borba”, “Politika” vb. yüksek tirajlı gazeteler düzenli olarak onun hakkında yazılar yazdılar,  dahası bu ikincisinin devrimle ilgili özel bir serisi bile vardı. Ancak eski Yugoslavya’da sistemin çözülmesinin başlangıcı, kültürel-politik savaşın yanı sıra özel bir savaşla, bir despotizm pratiğiyle, yani insanların tüm normların dışında hapsedilmesiyle başladı. Dönemin şartlarında Yugoslavya Müslümanlarının kardeşlik-birliği bozmaya çalıştıklarını, resmi Müslüman kuruma karşı olduklarını ve Yugoslavya’da İslam devleti kurulmasını talep ettiklerini iddia eden bir atmosfer oluştu. Bu, bazı Müslümanların soruşturulmasının ve daha sonra devlet görevlerine gelen birkaç kişinin hapsedilmesinin “nedeni”ydi. Burada bir paradoksu fark ettiğinize inanıyorum, öncelikle böyle bir şeyin yasal dayanağı yoktu: Yazı özgürlüğü vardı, düşünce özgürlüğü vardı ve buna rağmen İslam devrimine sempati duyanlara yönelik malum süreç yaşandı. Hâlbuki bu sempati ne o zamanda ne günümüzde bir harekete görüşecek esasa sahip değildi, ne de o insanların dinî siyaseti konuşacak kudretleri vardı. Burada çok komik bir paradoks daha vardı: Müslüman Arnavutların sayısı çok daha fazlaydı, ancak cezaları Marksist-Leninist ilkelere dayanıyordu, Bosna’da ise insanlar köktendincilik-İslamcılıktan ceza alıyorlardı. Hâlbuki Bosna’daki halk arasında komünist üye sayısı – Arnavutluk hariç – Arnavut nüfustaki komünist sayısına göre çok daha fazlaydı, ancak “baş” planlayıcılar veya hareketlerin planlayıcıları bu şekilde karar vermişlerdi. Bunların “gizli amacı” gerçekleşti mi? Evet, çünkü nefret ve adaletsizlik sürekli hale geldi ve aynı zamanda hem “fundamentalistler” (sakallılar) hem de Marksistler ile özel bıyıklı Stalinistler yaratılarak aynıları suçlandı. Böylece Sovyet devrimi, İslam devriminin sakallarına karşın Stalin’in “bıyığı”yla uğraştı.

Son zamanlarda, tamamen zıt yönde “değişim” hareketleri görüyoruz. Bu sefer de asıl soru, insanların – devletin parçalanmasından, maddi yıkımından veya belki de İslam Devrimi’ni “hazırlayanların” şimdi de post-islam devrimi mi hazırlıyor olduklarının –  farkında olup olmadığı!?! Bugünün mantığı hâlâ, o zamanlar olduğu gibi, özgürlük “eksikliği”. Unutulmamalıdır ki İran kadim bir kültüre sahip olup Batı’ya da kültür ve medeniyet alanında yardımcı olmuştur. Ama acı olan şey, “sıradan” insanın hala çok ciddi sonuçları olan gizli bir “ordu” şemsiyesi altında yürümesidir. Bu aslında Haçlı Seferlerinden çok daha kötü bir savaş, çünkü kullanılan “İslam Devleti” etiketi ne olursa olsun, bu “hazırlıklarla” hiçbir ilgisi olmayan Allah’ın Kelamı olan din ile savaşılmaktadır. Eski ve yeni tarih bunu kanıtlıyor. Buradaki asıl soru, bu “gücün” Allah’ın dinini yönetmek için mi, yoksa onu uygulamayıp yönetilmeye razı olmak için mi kabul ettiğidir!? Zamanın pek çok gizemi ve tanıklığı ortaya çıkaracağına inanıyorum.

– Gülen(izm)

Eski Yugoslavya döneminde Türkiye ile bugünkü gibi “engin” bilgi, temas ve ilişkiler yoktu ama bilindiği gibi o dönemde bu ekonomik “gösteriş” de yoktu. Ancak, ortak bir imparatorluğun gölgesi altında olduğumuz için olsa gerek, ziyaretlerde biraz nostalji vardı. Ne yazık ki, diğerlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun bu “bakiyesine” geri dönme ihtimalinden uykuları kaçıyordu ve bu temasları çok iyi planlamışlardı. Bu imparatorluğun bölünmesi gerçekleşti ama aynı zamanda onun manevi kırılması, özellikle de dinî kopuşu, özel kontrol altındaydı. Bunu neden diyorum? Çünkü imparatorluğun yıkılması, bu bölgeyle manevi temasın kesilmesini temsil ediyordu. Eski Yugoslavya, diğer ülkeler kadar “sert” değildi, ancak bu ülkeyle teması ve iletişimi “kontrol eden” şey ekonomik yoksulluktu. Ordu ve gizli servislerin daha fazla temas halinde olduğu zamanlardı.

Bu sırada en büyük kesinti, dini iletişim, kurumsal dini temas denilen olguda meydana geldi. Bu korumasız kaldı, Müslüman olmadığı için değil, çok fazla İslam’sız Müslüman olduğu için böyle oldu, dinin sahip olduğu özen ve sorumluluktan bahsetmiyorum bile. Sonra demokrasinin başlamasıyla birlikte en yoğun temas başladı, burada sarıklı ve sarıksız şeyhlerden “kutsal” insanlara kadar farklı hareketler gördük. O zamanlar bu alanda, dış sembolizi herhangi bir dini içeriğe sahip olmaktan ziyade daha teatral olduğu için burada çok çok sınırlı sayıda takipçiyle ortaya çıkan “Nurcular” adlı bir hareketin varlığından söz ediliyordu. Ancak amaçları Müslüman bir “aile” yaratmaktı. Bilahare Gülenci hareket, “cemaat” ya da grup ortaya çıktı. Bu grup çok hızlı bir şekilde yükseldi, büyüdü, hatta kurumlar inşa etti. Sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da halis Müslümanların şüphe duyduğu çeşitli yayınlardan bahsetmeye bile gerek yok. Zira bu hareket, hiyerarşisine yönelik davranışların dine adanmışlıktan daha çok ilgi gördüğü bir örgüte/kuruluşa dönüştü; dinden çok dindar insanlarla ilgileniyorlardı. Tek kelimeyle metafizik bir ikiyüzlülük yaratıldı; Bu, müminler tarafından fark edildi, çünkü Allah’ın inancının/imanın sorumluluğunun olduğu yerde bunlar “Haçtan kaçan Şeytan” gibi kaçtılar. Bunların özelliklerinin, iman sözlüğünde ve bâhusus Kuran’da karşılığı yoktur. Bazıları bu hareketi “Müslüman Masonluk”, hatta “terör örgütü” olarak nitelendiriyor. Bu kimilerine göre geçerli olmasa bile, “grup”a karşı çıkılırsa/ “grup” tehlikeye düşerse, Allah’a olan inançlarını feda etmekten çekinmedikleri mâlumdur. İran liderini taklit etmek istediler mı dersiniz, bilemiyorum, çünkü Batı onu sevmiyordu, bu yüzden bunların İranlılar gibi olacak cesaretleri yoktu; ya da belki onlar kadar saf değillerdi.

Müslüman korpusu bünyesindeki bu hareketler geçmişten ders almalı ve inancı, Allah’ın Kelamını kötüye kullanmamalıdır. Siyasetin aşırı, kötü, şiddet ve adaletsizlikle dolu hâle gelen hükmetme ve üstün gelme “rolünü” oynaması yeterlidir. Bu neden böyle oluyor? Çünkü Allah Kelamı ne yazık ki müminler arasında şöhret ve itibar görenlerle ilişkili olarak kullanılıyor. Burada çok büyük bir boşluk fark ediyoruz, kendiliğinden olmayan, birileri tarafından hazırlanan bir boşluk; Bu sizde bir komplo intibası oluşturuyorsa, hiç kusura bakmayın ama hayat bunu kanıtlıyor. Her gün “katılımımız” ile köleleştirildiğimiz bu çok üzücü zamanda; bugün soğuk bir medeniyete sahibiz, çeşitli savaşların – özellikle de tarihin tüm bunları sadece kağıda kaydetmediği, aynı zamanda filme aldığı son yüzyıldakilerin – geçmişini unutuyoruz. Ruh sahibi filozofların ve âlimlerin irfanı bunu gösteriyor ve bu zâtlar tam da bu nedenle bu tür kişi ve kurumlardan çoğu kez uzaklaşıyorlar, kimilerini sübyancılıkla, diğerlerini ise Gülencilik gibi gizli hareketlerle suçluyorlar. Gizlilikte bildiğimiz üzere onların dalga geçtikleri bir adama itaat edilmesi gerekiyor, ki bu dalga geçme beceriksizlikle alakalı değildir, çünkü onun beceriksizliği doğaldır, o artık bir ihtiyar ve anlamıyor, bilmiyor; buradaki dalga geçme, uhdesindeki çevrenin veya hareketin o zatın ismiyle yüceltilmesi, doğrusu krimizalize edilmesiyle ilgilidir. Bu durumu şu şekilde özetleyebiliriz: dinî krimineller “meczup” bir imam tarafından desteklenmektedir.

İran’da son dönemde yaşananlar, “çağdaş” dünyaya ve “demokratik” yönetimlere, dini kullanarak şeytanı, doğrusu baskıyı ve insani ile kültürel felaketi canlandırmak amacıyla siyasi iktidar hedefleyen gizli dinî hareket veya “şirketleri” desteklemekten vazgeçmeleri bakımından ibretlik ders mahiyetindedir. Bunların tamamını kanıtlayamayacak olsak da unutmamalıyız ki, Tevrat da, İncil de, Kuran da bizi böyle bir konuda uyarmakta ve Allah C.C. şöyle buyurmaktadır: “Zulüm ve adaletsizlikte şeytana boyun eğmeyin ve ona ortak olmayın.” Gülen hareketi bunu “unuttu”; bugün de modern bir hizmetkârlık arayışı içinde.

Mezkur resmi ve gayriresmi Müslüman “hareketlerde” de müşahate ettiğimiz olaylar ve sonuçlar çok şeyi ispat etmektedir ve aynıları sözde İslam veya İslamcılıkla fazlasıyla aydınlanmış idi ama aslında bunların sonu ağır maddi ve manevi sonuçlar bıraktı. Balkanların bu bölgesinde yaşayan bizler için, gölgesi altında var oldukları İslam’dan çok, kontrol ettikleri kişilerin taleplerine hizmet eden dinî kurumların varlığı bunun kanıtıdır. En büyük paradoks, bu kurumların daha da ileri giderek, din karşıtı baskıcı sistemlerin koruyucusu haline gelmeleri oldu. Hatırlatmak isterim ki, bir zamanlar Üsküp’te faaliyet gösteren ve artık nâmevcut olan, içinde Kuran’ın okunduğu ve ölümün anıldığı; öğrencilerinin ise daha ziyade komünist harekete üye olduğu ve özellikle sonradan işgal ettikleri yüksek mevkilerde nam saldığı büyük bir medrese mevcuttu. Bu medrese bir kraliyet okulu ve özünde anti-komünist olan eksiksiz, modern bir okul olmasına rağmen, bilahare komünizmin “yuvası” olduğu ortaya çıktı. Bu aslında bana Gülen hareketini hatırlatıyor, sonunda o da komünist çıkar mı dersiniz, zirâ neyle ilgili somut adım attıysa hep “öteki” bir yüz göstermiştir.

– Sonuç

Karpatlı yaşlı bir Yahudi’nin anlatımından bir hisseyle yazımı bitiriyorum:

“Birbiriyle laf dalaşına giren iki kişi var ve onlardan biri % 55 haklı, bu iş nasıl olacak? Bu çok iyi, yani birbirinizle kavga etmenize gerek yok. Ya Kişilerden biri %60 haklı olsa? Çok güzel, büyük bir sevinçle bunun için Allah’a şükretmeliyim! Peki ya % 65 doğruysa ne olacak? Bilge insanlar buna şüpheyle bakar. Peki ya % 100? Yüzde yüz haklıyım diyen pis bir hayvandır, korkunç bir hayduttur, maskaraların maskarasıdır”.

Allah’ın kelamı olan Hak, zaman ve mekân fark etmeksizin O’nun kontrolündedir, dolayısıyla bunlara karşı çok dikkat etmeliyiz. Bir keresinde Kabe’nin yanında yürüyen bir bilge, birinin bir şeyler yazdığını gördü ve ona ne yaptığını sordu. Adam “Allah’ın Kelamını yazıyorum” dedi. Bilge adam, “Harfte (harfte) değil, harekette (noktalama işaretlerinde) herhangi bir eksiklik yapmamaya dikkat et, aksi takdirde felaketle karşılaşırsın” diye cevap verdi. Dinin reddi ahirette cezayı, suiistimali ise hem dünyada hem de ahirette cezayı beraberinde getirir. “Akıllarınca Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar; hâlbuki onlar farkında olmadan yalnızca kendilerini aldatmış oluyorlar.” (Kur’an-ı Kerim: Bakara, 9)

Read Previous

Pasifik’teki ada ülkesi Yeni Zelanda yeni yıla girdi

Read Next

Dünya yeni yılı coşkuyla karşılıyor