Dayton anlaşmasının barışçıl yollarla ortadan kaldırılması bir hayaldir

Dayton Barış Anlaşmasının imzalanmasından yirmi beş yıl sonra hâlâ, Sırp ve Hırvat siyasi sınıfları Bosna-Hersek’i kendi Büyük Sırbistan ve Büyük Hırvatistan projelerinin bir eklentisinden başka bir şey olarak görmüyorlar.

Richard Holbrooke, ABD’nin o dönem Hırvatistan Büyükelçisi olan Peter Galbraith’in refakatinde Zagreb’de Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franjo Tudjman ile bir araya geldiğinde tarihler Eylül 1995’i gösteriyordu. Holbrooke, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın kendisine verdiği ve Tudjman’ın Bosna-Hersek Ordusu ve Hırvat Ordusu tarafından Batı Bosna’da yürütülen ortak taarruza son vermesini talep eden açık talimatla Belgrad’dan yeni gelmişti. Varsayıma göre, Hırvat Ordusu’nun topçu desteği olmadan, isyancıların başkentinin, yani Banja Luka’nın sadece yirmi kilometre dışında konuşlanmış bulunan Bosna-Hersek Ordusu’nun şehre girmesi mümkün değildi. Galbraith yıllar sonra verdiği ve bir diplomata nazaran benzersiz bir açık sözlülük anına denk gelen bir röportajda kendisinin ve Holbrooke’un o zamanki mülahazalarını şöyle anlatıyor:[1]

“Ben askeri müdahaleyi, askeri çözümü savunan bir şahindim. Ancak o anda iki şüphem vardı: Şüphelerimden ilki -Hırvatların nasıl iş yaptığını önceden bildiğim için- Batı Bosna ve Krajina’dan gelebilecek mülteci nüfusu ve ayrıca yerel halktı. Evet; şehir, faşist olduğunu düşündüğüm insanların elindeydi ama orada normal insanlar vardı, kadınlar ve çocuklar, masum insanlar. Harekete geçecek 400 bin kişilik bir mülteci dalgası (…) ve bunun yol açacağı felaketin nihai sonuçları beni endişelendiriyordu. [Şüphelerimin] ikincisi, bir sorunu diğeriyle değiş tokuş ediyor olacak olmamızdı. Başka bir deyişle, Tudjman, şayet Banja Luka’yı alırsa, onu teslim eder miydi? (…) Bunun hakkında uzun uzadıya konuştuk ve Tudjman’a durmasının söylenmesi gerektiği sonucuna vardık. Bunu ona Holbrooke söyledi. (…) Çok zor bir karardı ve [o zaman] farklı hissetmiş olsaydık, [netice de] farklı olurdu. Tarih bazen büyük, ince elenip sık dokunulmuş stratejik kararlarla değil, bu şekilde yapılır.”

Sırp ordusunun 1995 sonbaharında Batı Bosna’da bozguna uğraması hiç hesapta olan bir şey değildi. Nitekim savaş boyunca her iki eli de arkadan bağlı olan Bosna hükümeti, bir Birleşmiş Milletler (BM) güvenli bölgesi olan Srebrenitsa’nın düşüşünü izleyen haftalarda Bill Clinton yönetimi tarafından ülkenin toprak bütünlüğünü feda etmesi için ağır bir baskıya maruz bırakıldı [2].  Neticede savaş, Banja Luka ve Prijedor şehirlerinin hemen dışında sona erdi. Özellikle Prijedor, Bosna-Hersek’te uygulanan ve savaş kılığında sunulan Sırpların soykırım mahiyetindeki projesinin alâmet-i fârikası haline gelen toplama kamplarının yoğunlukla bulunduğu yerdi.

Bu halin bir devamı olarak -özellikle de kurulmasına yardımcı olan silahların gücü tarafından artık desteklenmediği için- eski Yugoslavya’da barışın varlığını kanıksayarak işlerin hep böyle gideceğini düşünemeyiz. Hem Belgrad’da hem de Zagreb’de bir revizyonizm dalgası var ve her iki devlet de Bosna-Hersek’te aktif olarak kendi savaş ajandalarını takip ediyor. İstihbari ve diplomatik operasyonların yanı sıra kültür ve eğitim politikaları yoluyla bu aktörler, Bosna-Hersek’teki Sırp ve Hırvat etnik nüfusu kendi ülkelerine daha da büyük ölçüde dâhil olmaya iknaya çalışıyor. Bosna-Hersek’teki politikalarının ortak paydası (ki Sırbistan ve Hırvatistan’ın üzerinde mutabık kaldığı neredeyse başka hiçbir şey bulunmuyor), Bosna-Hersek’in sadece üç etnik topluluğun bir toplamı olarak var olabileceğidir; o da şayet böyle bir ülke var olmaya devam edecekse… Dayton Barış Anlaşmasının imzalanmasından yirmi beş yıl sonra, Sırp ve Hırvat siyasi sınıflarının Bosna-Hersek’i bağımsız bir devlet olarak veya Büyük Sırbistan ve Büyük Hırvatistan projelerinin bir eklentisinden gayrı bir şey olarak tahayyül dahi edememeleri hali, bölgedeki istikrarı baltalamaya devam ediyor. Hem Belgrad hem de Zagreb’deki milliyetçi siyasi ve entelektüel güçler, bunca zamandır, gözlerini Bosna-Hersek’e yeniden dikmek için, bölgedeki düzenlemelerin mesnedi olan liberal düzenin geçmesini beklediler yalnızca.

Ancak Jamestown Vakfı’nın kıdemli bir üyesi olan Janusz Bugajski’nin geçtiğimiz günlerde belirttiği gibi, proje artık “etnik cinayet, toplu tehcir ve toprak ele geçirme” etrafında dönmüyor. Proje, bu yöntemlerin yerine, “gizlilik, esneklik ve sabır” ilkelerine dayanan sinsi bir operasyona dönüşmüş durumda. [3]Hırvatistan’ın tercih ettiği taktiklerin arasında Bosna-Hersek’i daha fazla “aşiretleştirme”, uluslararası düzeyde muhatap alınmamasını sağlayarak tecrit etme veya yargı, seçim organları ve istihbarat servisleri gibi devlet kurumlarına sızarak açık bir şekilde altını oyma yer alıyor.

Öte yandan Sırbistan, sinsice tırmanarak ilerleyen bir işgal ve ülkenin Sırp nüfus çoğunluklu bölgelerinin -enerji, eğitim ve vatandaşlık gibi- hayati önem taşıyan sektörlerini tamamen kontrol altına alma politikası izliyor. Sırbistan ve Bosna-Hersek’teki Bosnalı Sırplar geçtiğimiz günlerde ilkokul müfredatlarını dil, tarih, coğrafya ve doğa ve toplum bilgisi gibi temel derslerde uyumlu hale getirerek ilk ortak “Sırp Birlik Günü”nü [4]  kutladılar.[5]

Her iki ülke de endişe verici bir hızla silahlanıyor. Birkaç hafta önce çıkan, Sırbistan’ın Bayraktar TB2 İHA’yı satın almak istediğini belirten bir haber Bosna’da bir derece hayal kırıklığı meydana getirdi. [6] Hırvatistan, son zamanlarda Alman obüsleri, Amerikan Kiowa helikopterleri ve bir savaş uçağı filosu almak için pazarda bulunmanın yanı sıra birkaç yüz MRAP satın alarak ordusunu modernize etme sürecinden geçiyor.

Sırp ve Hırvatların Bosna-Hersek üzerindeki tasarımlarını bastırmak/hafifletmek için yapılabilecek pek bir şey yok. “Büyük devlet” projeleri ve bunların altında yatan ideolojiler -ki Sırbistan Savunma Bakanı Aleksandar Vulin, geçtiğimiz günlerde “Russkiy Mir”e (“Rus Barışı”) benzer bir dış politika doktrini olan “Sırp dünyası” kavramını ayrıntılı olarak açıkladı [7]-, her iki ülkedeki sosyal ve politik ana akımın bir parçası ve on dokuzuncu yüzyıldaki ulus inşa süreçlerinden kaynaklanıyor. Her iki devlet de kendisini Bosna toprakları veya halkları üstünde hak iddia etmeyen bir halde tahayyül dahi edemez. Bu tasarımların gerçekleşmesini engellemenin tek etkili yolu, kalkışacakları maceraların maliyetinin faydalarından daha ağır basmasını sağlamaktır.

Franjo Tudjman, evet, 1994’ün başlarında bir U dönüşü yaparak (bir kez daha) Bosna’nın (yarı)müttefiki oldu. Ama bu hareketi, uluslararası baskının bir sonucu değildi; daha ziyade Bosna macerasının getirdiği askeri ve parasal zararın artık sürdürülemez derecelere varmış olmasından kaynaklanıyordu. Slobodan Miloşeviç de, Holbrooke’a önceden verdiği bir sözü olduğundan kendi adına Holbrook’la müzakerede bulunmaları için Radovan Karadziç ve Bosnalı Sırplara geniş yetkiler vermedi; onların müzakerelerdeki elini bu denli güçlü kılmasının tek nedeni, Bosna Ordusunun 5. Kolordusunun Banja Luka’nın eteklerine dayanmış olmasıydı.

Başka bir deyişle ve sonuç olarak, eski Yugoslavya’daki savaşın bitiminden yirmi beş yıl sonra yeniden öğrenilmesi gereken en önemli ders, barışın sürdürülebilirliğinin mevcut bölgesel düzeni olduğu gibi muhafazaya yönelik uluslararası, ulusal ve yerel taahhütlere bağlı kalınmasından geçtiğidir. Dayton Barış Anlaşmasını barışçıl bir şekilde ortadan kaldırmanın mümkün olduğu fikri akla zarar bir hayalden ibarettir. Donmuş çatışmaların bir gecede nasıl da çözülebileceğine daha yeni Dağlık Karabağ’da tanık olduk. Ne var ki böyle bir çözülme şayet Balkanlar’da gerçekleşecek olursa kimse bunun bir gece aniden gerçekleştiğini söyleyemeyecektir.

Mütercim: Ömer Çolakoğlu

[Dr. Emir Suljagiç, Srebrenica Soykırım Anıtı Merkezinin müdürüdür. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS) Uluslararası İlişkiler Bölümünde yarı zamanlı öğretim üyesi olan Dr. Suljagiç, ayrıca iki kitabın da yazarıdır: “Ethnic Cleansing: Politics, Policy, Violence – Serb Ethnic Cleansing Campaign in former Yugoslavia” ve “Postcards from the Grave”]

AA

Read Previous

Hayrat Vakfı’ndan Kuzey Makedonya’ya 20 bin Kur’an-ı Kerim

Read Next

Kuzey Makedonya tarih yazma peşinde