İran için belirlenen 12 Mayıs tarihi yaklaşırken, Asya’daki zirvelerden esen barış rüzgarlarının, Washington ve Suriye’de de etkili olabileceği yönünde güçlü bir beklenti var.
Dünya, 4 Mart’ta İngiltere’deki Skripal Suikasti’nden 14 Nisan’da Suriye’de Esad rejimi ve müttefiki İran ile Hizbullah’ın Suriye topraklarındaki varlığını hedefleyen füze saldırsına kadar geçen süreçte, “Yeni bir Soğuk Savaş mı?”, “Bu yaklaşan 3. Dünya Savaşı mı?” sorularıyla hop oturup hop kalktı. ABD-Fransa-İngiltere üçlüsünün Suriye üzerindeki güç gösterisinin ardından ise küresel siyasete bir yumuşama (detant) havasının hakim olduğu gözlemlenmekte. Hatta bu yumuşama atmosferi, Suriye’yi de aşarak Atlantik’ten Pasifik Okyanusu’na, uzak Asya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar geniş bir coğrafyaya hakim olmuş durumda. Bu yumuşama sürecinin merkezleri olarak ise 1 hafta içerisinde Avrupa’dan bir hükümet ve devlet başkanını ağırlayan Washington, Kuzey Kore lideri Kim Yong Un’un ülkesinin savaş halinde olduğu Güney Kore’nin topraklarına geçerek mevkidaşı Moon Jae-in ile biraray geldiği Panmunjom kasabası, Çin Devlet Başkanı Şi Cingping’in Hindistan Başbakanı Narendra Modi’yi ağırladığı Wuhan kenti ve Türkiye açısındaki Suriye’deki sürecin gidişatı değiştirebilecek görüşmelerin yapıldığı Kuzey Atlantik İttifakı NATO’ya ev sahipliği yapan Brüksel ön plana çıktı. Yerkürenin birbirinden binlerce kilometre mesafe ile ayrılan bu noktalarında Nisan ayının son haftasında hakim olan bu bahar havası kalıcı olacak mı? Yoksa yalancı bahara aldanmamak mı gerekiyor?
2018 yılı, birbirinden farklı jeopolitik alanlarda potansiyel çatışma riskleri ile beraber geldi. Suriye’de ABD ve müttefiklerinin, Türkiye-Rusya-İran inisiyatifine karşı terör örgütleriyle dayanışma halinde inşa ettiği tehdit, Kuzey Kore’nin nükleer silahlanma programı nedeniyle Kore Yarımadası’ndan Güney Çin Denizi’ne kadar geniş bir bölgenin çatışma alanı haline dönüşme riski, Çin Halk Cumhuriyeti ile Hindistan arasında Doklam Platosu’nda her an yaşanabilecek bir sıcak çatışma, İran’ın nükleer programına ilişkin anlaşmanın, ABD Başkanı Trump’ı tatmin etmediği gerekçesiyle, İsrail’in başlatmak istediği bir savaş, başlıca endişe kaynaklarıydı. 14 Nisan’da ABD-Fransa-İngiltere üçlüsünün Suriye’ye düzenlediği saldırı ile endişeler, zirve noktasına ulaştı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un küresel bir aktör olma ihtirasını gün yüzüne çıkaran bu saldırı ile Suriye’de savaş alanına bir sessizlik çökerken Asya, Avrupa ve ABD arasında yoğun bir trafik başladı.
Bu “Yumuşama (Detant) Trafiği”nin ilk yolcusu Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un gündem listesinin başında ise ABD-Fransa ilişkilerinden ziyade, İran’ın nükleer programına ilişkin olarak 2015 yılında imzalanan anlaşma vardı. Henüz başkan olmadan dahi Obama döneminde yapılan bu anlaşmaya duyduğu tepkiyi her fırsatta dile getiren Donald Trump’ın, İsrail ve Suudi Arabistan’dan gelen baskılarla bu anlaşmayı iptal etme arzusu, Avrupa’daki ortakları için ciddi bir endişe kaynağı haline geldi. Fransa gibi İran ile havacılık, otomotiv ve enerji alanlarında geniş hacimli işbirliği alanları oluşturmuş bir ülkenin, ambargoların geri dönmesi, hatta sıcak çatışma riskinin artması halinde uğrayacağı kayıplar, Washington’daki buluşmanın en önemli gündem maddesiydi. İran ile anlaşmanın kaderinin yeniden çizileceği 12 Mayıs tarihi yaklaşırken, Fransa’nın başını çektiği Avrupa ülkeleri için vakit daralmaktaydı ve özellikle Pars doğalgaz sahası başta olmak üzere İran’ın enerji havzalarındaki çıkarlarının devamı için vakit daralmaktaydı. Macron, Avrupa Birliği’nin çıkarlarını koruma uğruna, Beyaz Saray’da daha önce hiçbir Fransa Cumhurbaşkanı’nın maruz kalmadığı üsluptaki davranışları sineye çekmek zorunda kaldı. İki devlet adamının basında yer alan fotoğrafları, yalnızca Fransa’da değil küresel çapta eleştiri ve mizah konusu haline geldi. Ancak vakit dardı ve Trump’ın İran konusundaki tehditleri ortadaydı. Kendi kamuoyunda ekonomik reform planları nedeniyle baskı altında olan “Genç Napolyon”un bir de İran’daki ticari çıkarların yitirilmesi ile ülkesinin sermaye devlerinin şimşeklerini üzerine çekmeye niyeti yoktu. Hatta bu uğurdaki destek arayışında masaya Türkiye ve Rusya’yı da sürdü, yeni müzakere ve anlaşma sürecinde bu iki ülkenin de yer alması gerektiğini savundu. Macron’un, Trump’ın yanısıra Cumhuriyetçi Parti ile Kongre’yi de İran anlaşması konusunda ikna etmeye odaklı ziyaretinin etkisi sınırlı değildi ancak o Washington’dan ayrılırken beklenen destek Berlin’den geldi. Bu defa sırada Almanya Başbakanı Merkel vardı, gündem yine İran’dı. Oval Ofis’teki görüşmede, 1 yıl öncesi ile kıyaslandığında elde edilen tek gelişme ise Trump ile Merkel’in bu defa el sıkışması oldu. Görüşme ile ilgili olarak Almanya basınına yansıyan arka plan bilgileri, ikilinin ne İran konusunda ne de ABD’nin uygulamaya koyduğu gümrük vergileri konusunda bir uzlaşmaya varamadığına işaret ediyor. Die Welt gazetesi yazarı Alan Posener’e göre Macron ve Merkel Washington’dan eli boş dönmüşlerdi. Ziyaretlerden somut sonuç alınamamasında özellikle aynı hafta Kuzey Kore ile Güney Kore arasında gerçekleşen tarihi görüşme ve Trump’ın bu görüşmede oynadığını düşündüğü rol etkili olmuştu. Kore Yarımadası’nda 65 yıl sonra barışın sağlanma ihtimali, Avrupalı liderlerin İran konusunda, Trump’ı ikna turlarını gölgelemiş oldu. Şimdi, gözler 12 Mayıs’a kadar geçecek kısa sürede, Avrupa Birliği ile Rusya ve Çin’in Trump üzerinde baskı kurup kurumayacağına çevrilmiş durumda.
27 Nisan Asya’da düşman kardeşlerin buluşma günü
Beyaz Saray’da yoğun diplomasi trafiği sürerken, Asya’da her an sıcak çatışmaya girecekleri endişesiyle yakından izlenen 4 ülke arasında umut verici gelişmeler yaşandı. Hindistan Başbakanı Narendra Modi, Çin Halk Cumhuriyeti’nde konuk edilirken, Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Yong-un savaş halinde oldukları Güney Kore toprağına ayak bastı. İki Kore arasındaki askerden arındırılmış bölgede, objektiflere yansıyan manzaralar, jeopolitik uzmanlarına “imkansızın mümkün olabileceği bir kıyıya mı ulaştık?” sorusunu sordurdu. ABD’nin eski CIA Direktörü yeni Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Kuzey Kore’yi ziyaret ettiğinin doğrulanmasıyla gelişen süreçte tarihi bir adım atıldı. Teknik olarak hala savaşta kabul edilen iki ülkenin liderleri Kim Yong-un ve Moon Jae-in buluşmaları ilk aşamada yarımadanın nükleer silahlardan arındırılması, Kuzey Kore’nin nükleer silah ve balistik füze testlerine son vermesi yönündeki umutları yeşertti. Çin ve Rusya’dan büyük destek bulan bu hamlenin devamında, iki Kore’nin birleşmesi halinde bölgedeki jeopolitik dengelerin ne yöne evrileceği ise şimdilik belirsiz. İki Kore’nin birleşmesi ile yarımadadaki Amerikan askeri varlığının geleceği, Kuzey Kore tehdidinin ortadan kalkması halinde Japonya’nın ABD için stratejik öneminin ne olacağı gibi konular şimdilik esen barış havasının etkisiyle gündemde değil. Uluslararası toplum Kim Yong-un’un ABD Başkanı Donald Trump ile yapacağı görüşme için şimdiden gün saymaya başlamış durumda. Kore Yarımadası’ndaki statükonun artıları ve eksileri 65 yıldır biliniyor, ancak “barışın tesis edilmesinin dengeleri, kimin avantajına tesis edeceği” sorusu Kim ile Trump arasındaki görüşmenin başlıca açmazlarından biri olacak.
Çin’deki zirveden güven arttırıcı adımlar çıktı
Tüm dünyanın dikkati iki Kore arasındaki Panmunjom kasabasına yoğunlaşmışken, Çin Halk Cumhuriyeti’nin gözden uzak bir kentinde bölgesel barış için önemli bir isim konuk edilmekteydi. Çin’in orta kesimlerindeki Wuhan kentinde, Devlet Başkanı Şi, Hindistan Başbakanı Modi ile resmi olmayan zirvede biraraya geldi. Taraflar iki gün boyunca 6 ayrı oturumda 10 saat boyunca karşılıklı güven artırıcı adımları, küresel ve bölgesel işbirliği konularını ele aldılar. Macron ve Trump gibi kameralara samimi pozlar vermediler ama nehir kıyısındaki uzun yürüyüşlerinde, tekne gezilerinde ve çay sohbetlerinde hem ülkelerinin, hem de bölgesel sorunların geleceğini ele aldılar. Zirveden sızan bilgiler, Pekin ve Yeni Delhi yönetimlerinin yaklaşık 40 yıldır Afganistan’dan kaynaklanan istikrarsızlığa ve bölgesel tehditlere son vermek için beraber hareket edeceklerine işaret ediyor. Wuhan Zirvesi’nde Çin ve Hindistan liderleri aralarındaki sınır problemlerinin çözümünü zamana yayma konusunda mutabık kalırken, ekonomik güçlerini birleştirmenin küresel ve bölgesel istikrarın sağlanmasına önemli katkı yapacağının altını çizdiler. Her iki ülkenin birbirlerine karşı giriştikleri silahlanma yarışına son vererek kaynaklarını farklı alanlara kullanmaları, Kore Yarımadası’ndakine benzer şekilde jeopolitik dengeleri temelinden sarsacak sonuçlar doğurabilir. Özellikle ABD’nin Çin’e karşı inşa ettiği ittifaklar zincirinde Japonya ve Avustralya’nın yanına Hindistan’ı katma çabası bu zirve sonrasında akamete uğrarsa, Washington’un Pekin yönetimini denizden ve karadan kuşatma stratejilerinin çökmesi yönünde yeni bir aşamaya geçilecektir.
Panmunjom ve Wuhan’daki gelişmeler, ABD’nin küresel liderlik rolünün sorgulanacağı bir dönemin kapılarını açarken, Washington yönetiminden uzlaşmaya yönelik bir adım da Brüksel’den geldi. Dışişleri Bakanlığı görevi onaylanır onaylanmaz Brüksel’deki NATO Zirvesi’ne katılan Mike Pompeo, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile yaptığı görüşmede, terör örgütü PKK/PYD ile aynı safta hareket etmek yerine geleneksel müttefiklik ilişkisinin gereğini yapacağının sinyallerini verdi. Pentagon’da, Türkiye yanlısı generaller ile Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM içerisinde yuvalanmış ve terör örgütü PKK/PYD ile işbirliğini savunan askeri klikler arası mücadelenin Amerikan basınına da yansımasıyla beraber, Washington’da aklıselimin galip geldiği yönünde işaretler artıyor. Ankara, kısa vadede halihazırda elde bulunan “Münbiç Yol Haritası”nın uygulanış şekline bakarak Fırat’ın doğusundaki terör unsurları ile ilgili nihai kararını verecek. ABD’nin, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın almasına yönelik müdahale ve üstü kapalı tehditleri ise iki ülke ilişkilerinde daha bir süre gündemdeki yerini koruyacak gibi görünüyor. Suriye sahasında taraflar, mola vermiş boksörler misali şimdilik köşelerine çekilmiş, gelecek raund izleyecekleri taktikleri tasarlıyor. ABD’nin yola terör örgütleri ile mücadele etme ısrarı, Rusya’nın Dera ve Deyr ez Zor için yürüttüğü hazırlıklar gözönüne alındığında, askeri açıdan verimli olmayacak sonuçlar doğuracaktır. Nitekim, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Brüksel’de Pompeo ile görüşmesinin ardından gittiği Moskova’da, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ve İran Dışişleri Bakanı Zarif ile biraraya geldiği zirveden benzer mesajlar geldi. Fransa’nın 14 Nisan operasyonu ile Türkiye ile Rusya’yı ayırdıkları iddiasının mesnetsiz olduğunu teyit eden Moskova’daki bu buluşmada Astana ve Soçi süreçlerinin devam ettiğine vurgu yapılırken, iç savaş bittiğinde Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanacağı bir kez daha altı çizilerek vurgulandı.
Küresel ilişkilerde şiddetle yumuşamaya ihtiyaç duyulan günlerdeki bu gelişmelerin her şeye rağmen, ABD uçak gemisi USS Truman ve beraberindeki muharebe grubunun Akdeniz’e girdiği, Rusya’nın Karadeniz donanmasının Doğu Akdeniz’de sanal düşman saldırılarına karşı tatbikat yaptığı, Rusya’nın İran ve Irak hava sahasını kullanarak Suriye’ye olağanüstü bir sevkiyat trafiği yürüttüğü, Çin donanmasının ilk uçak gemisiyle Tayvan Boğazı’nda düzenlediği tatbikatların gölgesinde yaşandığını unutmamakta fayda var.
İran için belirlenen 12 Mayıs tarihi yaklaşırken, Asya’dan esen barış rüzgarlarının Washington ve Suriye’de de etkili olabileceği yönünde güçlü bir beklenti var. Ancak yine o söz konusu Mayıs ayında, ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaya hazırlandığını, Fransa Cumhurbaşkanı Macron üzerinde 68 olaylarının 50. yıldönümü ile kamu çalışanları ve gençlerin kurduğu baskının artacağını da gözönüne almak gerekiyor. Nükleer güçler arasında bir sıcak çatışma beklentisiyle girilen 2018 yılının ikinci yarısının da iki ihtimalli sürprizler barındırdığı anlaşılıyor.
[Ankara’da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı, Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]
AA