Balkanlar soğuk evet, daha yeni geldi kış sanki. Özlediğimiz üşümekti aslında bir de bembeyaz bir görüntü. Aslında buralar Şubat’ta da karlarla örtülü olurdu ama mevsimler ve iklim değişikliği, havaların dengesizliği her yerde olduğu gibi buraların da doğasını biraz karıştırdı. Peki ya insanları nasıl etkiledi? Hasta ve yorgun, biraz da solgun, bir de salgınlar derken olan oldu.
Çocukken daha Ekim ayında kar yağardı bazen buralarda; Aralık, Ocak, Şubat ve elbette yaşlıların dediği gibi odunun en hasını Mart ayına saklardık. Kapıdan baktırır malum, kazma kürek yaktırmasın diye de önemliydi o odun.
Bir kürek efsanesini daha yaşıyoruz, Mart kapıya dayandı ve o meşhur kapıdan baktırdı. Bu yazımı yazdığım gün de kış ayının en soğuk günüymüş. Kapıdan değil belki ama pencereden bakıyorum; içimden farklı farklı duygular, ta nerelere gidiyorum. Sobalı evler, soğuktan morarmış eller, kıpkırmızı burunlar ve al al yanaklar canlanıyor hatıramda. Karların “gart gurt” sesi vardır bilirsiniz, onu öyle çok özlemiştik ki bir akşam vakti karın yağdığını gördüğümüzde çocuklar mı biz mi daha çok sevindik bilemiyorum.
Ne zaman sokaklarda gece lambalarının altından karın yağışını görsem aklıma Andersen masallarından “Kibritçi Kız” gelir. Çocukken okulda öğretmen onu okuduğunda aklıma takılan bir cümle olurdu: “Soğuktan elleri morarmış ve pirinç tanecikleri belirmişti.” Makedonyalı Türk yazarlardan çevirisi Türkçeye yapılmıştı. Bu masalın Makedonya’da basılmış Türkçe çevirisinde var bu “pirinç tanecikleri” tabiri galiba. Ne zaman ellerim üşüse ve deri altındaki beyaz noktacıkları görsem aklıma o gelir. Ama bu masal hem kışın soğukluğunu hem de o acıklı sonla hayatın soğukluğunu yansıtıyordu.
Duygusal büyüdük, her yerden bir duygusallık fışkırıyordu. Tarihi bile anlatırken kitaplar, bizlere malum Yugoslavya tarihi anlatıldığı için, partizanların nasıl şartlarda savaştıklarını okurduk. Sanırsınız ki ülkeyi düşmana domates fırlatarak kurtarmışlardı. Ellerinde silah yokmuş, ne varsa düşmana fırlatmışlar. Oysa daha dün savaşa katılmak istemeyen Müslümanları nasıl kurşuna dizdikleri anlatılıyordu bir panelde.
Velhasıl, Şubat ayını hep karların acımasızlığı ve soğukluğuyla hatırlayacağız. Şubat ayını birçok olayla da hatırlayacağız: Hocalı Katliamı, 28 Şubat, Yücelciler ve diğerleri. Şubat geride kaldı, Mart da kapıdan baktırdı bu sefer.
Bugünün çocukları karları gördüğünde akıllarına Andersen masalları gelir mi bilmem ama Buzlar Kraliçesi’nden Elsa ve Anna’yı hatırlayacakları kesin. Ama yine de çocuk çocuktur. Sabah pencereye gözlerini ovuşturarak bakan kızımı izlemek için yanına koştum, onun o mutluluğuna şahit olmak istiyordum. Unutmuştuk belki onlar gibi sevinmeyi. Baktım yüzüne, o hıçkırık sesini andıran içerden gelen sesi duydum; “hıkk” diye çıkan bir ses var ya, en samimi mutluluk. Şarkı söylemeye başladılar, “eldivenler elimize, şapkalar başımıza, atkımız da boynumuza” diye diye koştular sokağa. Kar yağıyordu, şaka değil hem de gerçekten gökyüzünden kar taneleri düşüyordu saçlarına. Şimdi ben pencereden bakandım onlara, zaman nasıl da hızlı geçiyor diye düşünen bendim. İçimden “çok fazla ıslanmasalar bari” dedim farkında olmadan, sonra geriye gittim…
Üç kardeşiz, iki abim ve ben. Kış tatilinin keyfini doya doya çıkarıyoruz o mahallede. Abim bir arkadaşına savaş açmış, barikat kurduk, bana “sen kartopu yap ben fırlatacağım” dedi. İçimden söyleniyorum, en zor görevi bana vermişti sonuçta. Ellerim üşüyor, eldivenler bir vakit sonra ıslanıyor, daha sonra buz kesiliyor o eller, ama düşman karşıda, abimin kafasına gelen her kartopuna da üzülüyorum. Savaşı kim kazandı hatırlamıyorum ama ben ödülümü kazandım. Kızağa bağlanmış iple mahallede bir tur attım abimin sayesinde. Bu sefer o söyleniyordu, ben kızakta bir hanımefendi gibi keyfini çıkartıyordum karların. Akşam ezanı okunmaya başlayınca bütün çocuklar eve, yemekten sonra da akşama arabalar azalınca bizim kaleye çıkan bayırdan kızaklarla kayardık. Gece ve gündüz saçaklara uzanan buzlar süslerdi her evi, bir de çocuk sesleri. Eldivenler ve şapkalardan sobaya damlayan su sesleri hâlâ kulağımda. Soğuktan sıcağa girmenin uyuşukluğu, kızarmış yanaklar ve sobada bir kenarda pişen kestanelerdi abur cuburumuz. Bir de şeker niyetine saçaklardan kırdığımız buz parçalarını eritirdik ağzımızda. Karlardan da bir avuç götürdük mü boğazımıza, tamamdır. Bir de annemin sesi “gürürüm ben sizi, üşürseniz doktordan kaçamayacanız bu kere, Mariya’dan iğne geldi mi hele yandınız”. Hiç üşümedik aslında, hasta da olmadık, montlarımız ve eldivenlerimizin kurumasını bekledik sadece, sonra yine dışarıya fırladık. Kurşunlu Hanın etrafından tutuna tutuna Mustafa Paşa Camiine kadar çıktık. Kimileri araba lastikleriyle, kimileri kocaman naylon bir poşetle, biz ise kızakla bıraktık kendimizi yokuştan aşağıya, kim mi kazandı? O araba lastikleri uçuruyordu komşu çocuğunu, yine birinci gelen o olmuştu galiba. Sonra yine yokuşa çıktık, sonra yine çıktık…
Karlar erimezdi kolay kolay, bazen aylarca sürerdi bu eğlence; akşam gezmeye gidince bizimkiler beni de kızakla çekerlerdi peşlerinden. Çizmelerim yeniydi, önümde annem ve babam, ben arkada yine son keyif karların tadını çıkartıyordum. İşte Mart ayına kadar sürerdi bu hikâye, sonra yerler çamura bulanırdı, saçaklardaki buzlar erimeye başlardı.
Pencereden bakarken ben bu sefer, kızım el salladı, içimden keşke bu karlar da çarçabuk erimese dedim, yüzleri pembe pembe çıktılar eve. Birkaç gündür erimedi çok şükür karlar ama havalar değişti, insanlar da belki değişti, karlar da eskisi gibi değil artık. Sobalı evler de azaldı, duman tütmüyor çatılardan, elektriğe bağlanmış herkes. Bakıyorum da bu şehir buna pek hazır değil. Arada sırada direklerden havai fişek gibi patlıyor teller, havalar mı değişti yoksa insanlar mı bilemiyorum.
Kar yağdı yağmasına, birazcık da olsa sevinebildik belki. Ama Mart ayını, baharı beklerken, umudu kesmişken yağdı, buna da şükür. Demek istediğim, Balkanlar da o eski Balkanlar değil artık, soğuk rüzgârın gücü kalmadı karları taşımaya. Yine de belli olmaz vakitsiz gelir belki size de, hatırlatır belki maziyi ve çocukluk hatıralarınızı.