Makedonya’nın önemli aydınlarından Prof. Dr. İsmail Bardhi’nin, Türkiye’nin Afrin’deki Zeytindali Harekatı için kaleme aldığı “Afrin ve 1912 yılının hatırlattıkları” başlıklı yazısını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.
“Görünüşe göre pek de uzak olmayan geçmişi anlayamamış, sadece duymuş ve kimi zaman da hakkında okumuşuz. Bahsini ettiğim geçmiş dönem, 1912’den günümüze dek ki zaman dilimidir. O dönem, günümüzde dahi bilmediğimiz pek çok olayın yaşandığı bir zaman dilimidir, her ne kadar kimi yazılar ve fotoğraflar göç, baskı, tehcir, ölüm gibi pek vahim olayları gün yüzüne çıkarsa da… Tüm bu vahim olaylara sebebiyet veren ve esnasında tam olarak nelerin yaşandığını Allah’tan başka kimsenin bilmediği korkunç savaşlara değinmiyorum bile. Lâkin bir gerçek var ki, o da sözkonusu dönemde Müslüman ahalinin yaşadıklarıdır ve ne demokrasi, ne “özgürlük”, ne edebiyat ve ne de tarih bize yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri haksızlıktan ötürü hiçbir zaman aklanma imkânına nail olamayacaktır.
ALDATILIYORUZ…
Bu yazımda bunu yapanların kabahatine değinmeyeceğim, zirâ suçluların kim olduğu mâlumdur: yaşlılarımız İngiliz ve Alaman derdi (görünüşe göre o dönemde Amerika’nın uçakları yokmuş ve bilim daha az gelişmiş bir vaziyetteymiş); ben bu korkunç geçmişi yaşamış ve görünüşe göre değişimin, kalkınma ve terakkinin, umumi çıkarımızın ne anlama geldiğini hâlen öğrenememiş olan bizleri konuşacağım. Cevabı sorusundan evvel mâlum olan husus şudur ki, ne demokrasi, ne de bilimsel gelişim insanın ruhunu tatmin etmemektedir, halbuki din her şeyin insan için yaratıldığını, insanın ise sadece Allah’a (ondan başka hiçbir şeye) itaat etmesi ve teslim olması için yaratıldığını söylemektedir.
Yerimizde saymaktan gayrı bir şey yapmadığımız bu geçmişimizden sanırım hiç ders almamışız: bizler sürekli olarak bize gelen tekliflerin peşinden koşuyoruz, onların nereden, neden ve ne şekilde geldiğine bakmaksızın! Nietzche kapitalizme demediğini bırakmamıştır; Žižek demokrasiyi neredeyse modern bir “helâ” olarak nitelendirmektedir; Orwell ise onu bir hayvan çiftliği olarak nitelendirmektedir; bizler ise bu işe “lepe peçe” (her şey güzel, her şey kabulümüzdür) diyoruz. Değişmeyen tek şeyin ne olduğunu biliyor musunuz: bu kâbusu peydahlayan ve bize hediye edenler, onlar bizimle istihza etmeye devam ediyorlar; onlar, bu asrın korkunç fenomenlerinden ne kadar çok etkilendiğimize şaşırmaktalar. Türkiye ekranlarında Afrin’e müdahaleyle ilgili yayınlarda da bu deliliği duymakta ve görmekteyim.
YAŞADIKLARI ÜLKENİN ÇIKARINI UNUTANLAR
“Terörle” mücadele edilmesi (o teröristlerin kimler tarafından ne şekilde yönlendirildiğini bilmeden) hususunda en üst düzeylerde karar alan devlet adamları ve demokratik devletlerin taleplerinin safında yer almak yerine, bu Türk medyasının “adamları” pek çok durumda çıkıp farklı yorumlarda bulunmaktadır. Sadece küçük bir zümre ise rasyonel bir temele dayanarak görüşlerini belirtmektedir. Bu “adamlar” kendi yaşadıkları ülkenin çıkarını unutarak diğerlerinin dertlerine istinaden temayüz etmekte, diğerlerinin dedikoduları ve çıkarlarıyla meşgul olmakta ve onların ne düşündüklerini dert edinmektedir; dahası onların bir kısmı bu durumun dünyadaki etkilerini konuşmaktadır. Diğerleri ne diyecektir? Sizce bizim çıkarımız bu mu veya bizim çıkarımız nedir? Kanaatimce… bunların büyük bir çoğunluğu diğerlerini mutlaka dinlememiz gerektiğini, diğerlerinin izni olmadan bu tür bir şeye cesaret edilemeyeceğini düşünmektedir… Buna bir de Türk medyalarının oluşturduğu kalabalığı da eklersek (ki onların sayısı maşallah hiç te az değildir, zirâ orada büyük bir demokrasi mevcuttur), bu kalabalığın içinde mutlaka bir falcı veya sihirbaz da çıkmaktadır. Mantık boyutunun tüm sınırlarının aşıldığı bir durumda böyleleri nasıl ortaya çıkmasın ki.
Tam da bu düşünce bana 1912 yılını hatırlattı, o dönemde herkes kendisi, vatanı ve insanî güvenliği hakkında sağlıklı düşünmeyi unutmuş ve Alaman ile İngiliz’in, yâni her geçen gün daha da batmakta olan “Batının” sunduğu geçici ve boş heves ile tekliflere çılgınca itaat etmişti. Bu sebepten dolayı da vatanlarını, devletlerini, kültürlerini, zenginliklerini kaybettiler; farklı güçlere itaat eden olmayı ve tarih biliminin günümüze dek açıklayamadığı katliamların yaşanmasını kabullendiler. Bunun İslâm’la/İslâmcılıkla hiçbir alakası yoktur; hayır, hiç alakası yok. Müslümanlığı insâni sorumlulukların dışında algılayana ben “yürü git yoluna” derim, başka birşey demem. Bunun suçlusu da biziz doğal olarak.
EVRENSEL NORMLARA UYGUN MÜCADELE
Yâni, tüm bu medyatik karmaşa içerisinde tartışmanın ana konu bir ülkenin – ki bu durumda o ülke Türkiye’ydi – cüret edip terörle mücadele etmesi gerekip gerekmediği hususudur. Pek tabi ki evet, ve bu mücadele tüm evrensel normlarla uyumludur. Bu durumun neden kimilerinin hoşuna gitmediği hususu, düşüncelerimizi değiştirmemizi sağlayacak bir unsur değildir. Günümüzde bidüziye uluslararası yasaları çiğneyen ülkeler mevcuttur ve “demokrasi” onları cezalandırmıyor, susuyor, bu gaspa göz yumuyor…, Türkiye ise gerekli normları saygılamak suretiyle diğerlerine yardım etmeye gayret gösteriyor. “Entelektüeller” ve “aydınlar” ise bu arada Türkiye’yi suçlamaya ve devletlerin sınırlarının mutlak suretle saygılanması hususunda çağrıda bulunmaya çabalıyor. Tüm yaşananlar esnasında tek bir doğruyu bile söyleyemeyen ve ancak lakırdı yapan tüm bu televizyon “akıllıları” şimdiye dek neredeydiler? Şimdi ise insan aklının kabul edemeyeceği ancak anladığı son derece basit ve görünür çıkarlarını korumak için ilk safa çıkmaktadırlar.
Herkes 1912 yılı ve öncesi ile sonrasındaki dönemin insanlığa acı ve karanlıktan gayrı hiçbir şey getirmeyen tehlikeli bir oyundan başka bir şey olmadığını unutmuş vaziyettedir. Bu bana, yaşlı bir ninenin kendisine yöneltilen “O dönemde hayatınız nasıldı?” sorusuna verdiği cevabı hatırlattı: “Ah be oğlum, fakir olduğumuz gerçekti, ancak güvenlik, huzur ve sevgi, insanlık vardır. Bugün ise gürültü ve korkudan başka hiçbir şeyimiz yok”. Ne de güzel demiş; bu sözler dünyanın ve çağın en büyük filozoflarının sözlerinin anlamını bile aşan sözlerdir. Ünlü atom bilim adamı Ivan Supek, bilimin doğurduğu tehlikeyi görerek atom fiziği biliminden sakınarak bu saçmalığın son bulması için dünyaya yalvarıyor. Martin Heidegger, ölümünden önce yaşadığı korkuyla Tanrı’nın yardımı dışında başka hiçbir şeyde kurtuluş görmüyor.
AKILLARINI “BÜYÜK DEVLETLERE” SATANLAR
Bizler ise hâlâ büyük güçlerin desteğini umuyoruz. Nedir bu büyük güçler, neredeler? Onların her geçen günle birlikte her şeyi zorlaştırdıklarını görmüyor musunuz?; kim derdi ki günün birinde, bir yıl içerisinde 2000 yalan söyleyen şimdiki ABD Başkanı gibi biri seçilecektir; veya Putin’in dünyanın en zengini olacağını kim tahmin ederdi? Peki ya akılsızca ve zamansızca para harcayan Arap şeyhlerine ne demeli!? Tüm bunlar unutulur, bundan dolayı da Afrin konusunu tartışan bu zatlar bana bu geçmişi hatırlattı; herkes bir an evvel bir şey söylemeye çalışıyor ama kimse gerçeği söylemiyor; devlet güvenliğini, ülkenin ve bölgenin huzurunu unutuyorlar. Acaba hâlen yıkım dışında başka bir şey düşünmeyen ve ruhları ile akıllarını satmış olan bu illegal yapılanmaları desteklemeye çalışan insanlar var mıdır ki?!
Ezcümle, Afrin bana 1912 yılını hatırlattı ve gördüm ki sadece diğerleri suçlu değildir. Asıl suçlu olanlar, “ulusal güvenlikleri” için sınırlarından binlerce kilometre uzakta olan coğrafyalarda bile saldırmadıkları devlet bırakmayanlara kendilerini beğendirmek için kendi ülkeleri ve ülkelerinin politikalarını suçlamaya çalışan zihniyete sahip olanlardır. Bunlara göre sınırlarının yanı başında ve dahi kendi sınırları içerisinde bir tehditle karşı karşıya olan bir devlet bunu yapamaz. Öyle ki bunu da söylemeden geçemeyeceğim: ülkedeki “demokrasi” konusunun elekten geçirilmesi iyi olur ve kimi zaman demokrasinin buzdolabına konulması ve biraz dinlenip soğuması gerektiğini söylemek de ayıp değildir, zirâ mevcut durumuyla bu demokrasi ve bu düşünce kölelik ve yıkımdan başka bir şey getiremez.”