Balkan aşığı Türkiyeli yazar Fahri Tuna, Balkanlar’da gerçekleştirdiği geziyi Türkiye Yazarlar Birliği sayfası için yazıya döktü, bu güzel yazıyı siz değerli okuyucularımızın beğenisine sunuyoruz.
“Anadolu Mektebi Ecdadımızın İzinde” grubu olarak üçüncü gün, nihilist (değer tanımaz) Enver Hoca’nın komünist zulmü altında tarih kültür edebiyat bağlamında dümdüz edilen Arnavutluk’un başkenti Tiran’dayız.
Beş yüz yılda yüzlerce eserle bezeyip süslediğimiz Tiran’da bizden (Osmanlılardan) neredeyse hiçbir şey bırakmamış komünist yönetim, bilinçli olarak. –Nasıl olduysa- üç minik emare kalmış… Başkent Tiran’ın İskender Bey Meydanı’yla bitişik eki eserimiz var bizden nişane. 1793 yılında inşa edilen Hacı Ethem Bey Camii ki rengârenk içi dışıyla Kalkandelen’deki Alaca Camii’nin yakın akrabası ve arkadaşı adeta. Anadolu Mektebi öğrencileri ecdat yadigarı mabede öğle namazlarını eda etmeye girerlerken, rehberleri Fahri Tuna’nın esprileriyle gülümsüyorlar: “Arnavutça çok zengin bir dildir. İspatlayabilirim size. İşte şu gördüğünüz tabeladaki ezan saatlerinden anlamak mümkün bunu. İqindiya, akshami, jatsiya. Gördünüz mü…” İslâm’ın dilinin evrenselliğini hatırlatıyor elbette bunlar bize.
Geniş meydanın etrafını kişilikli ve devasa görünümleriyle Tiran Müzesi ve Tiran Tiyatrosu binaları çevrelemiş. Diğer yanda ise Osmanlıya isyan etmişse de 1448’de Sultan II. Murat’ın ordusu tarafından Debre Kocacık’ta (Koca Cenk’te) tepelenmiş Arnavutların büyük kahramanı İskender Bey’in at sırtında bir heykeli bulunuyor.
Sosyalist ülkelerde sıkça görmeye alışkın olduğumuz dev meydanlar ve insan ruhunu ezen devasa kaba saba binalar arasından Tiran’a vedaya hazırlanırken dost bir anıt, yelkovanı ve akrebiyle el sallayarak uğurluyor bizi: Rumeli’de her şehirde gördüklerimizden Sultan II. Abdülhamit yadigârı Tiran Saat Kulesi. Park ettiğimiz alanda otobüsümüze binerken yeniden, güller karanfiller sarmaşıklar arasında bir dost kubbe görüyoruz; kubbenin altında sırlanmış yatan Tiran Halveti Tekkesindeki erenlerin ruhaniyetine Fatihalar armağan ederek Batı’ya, İşkodra’ya doğru yola koyuluyoruz.
Üç saat kadar, sağımızdaki sıradağların eteklerindeki ovada, nehirler çaylar dereler geçe geçe… yeşil ve mavinin arasında saklambaç oynaya oynaya akşam saatlerinde Arnavutluk’un tarih ve doğasının zenginleştirdiği kent İşkodra’ya varıyoruz.
İşkodra Kalesi devasa görkemli ve iç ürpertici sarp bir kale. Kaleden aşağıya Avusturya-Macar dönemini hatırlatan mimariye sahip caddeler sokaklar işyerleri. Eğlenceli coşkulu bir şehir İşkodra. Gölü ve iki nehri kıyısındaki restoran, kafe ve parklar ışıklarla birleşince ilginç bir güzellik seyrettiriyor izleyenlere. Bizden kalan Fatih Camii ile yeni inşa edilen Ebubekir Camii dini açıdan süsü İşkodra’nın.
Sabah uyandığımızda iki sürpriz bekliyormuş meğerse bizi: Biri yanında Türk bayrağı hep asılı duran İşkodra Müdafii Hasan Rıza Paşa Anıtı. Kastamonu Tosya doğumlu Hasan Rıza Paşa, İşkodra’nın halk tarafından çok sevilen bir Osmanlı Valisi iken 1913 yılında isyancılar tarafından şehit edilmiş. Büyük kahramanın anısına bu anıtı ise 2007 yılında Türk Genelkurmay Başkanlığı yapmış. Bizi bekleyen bir diğer sürpriz ise anıtın hemen karşısındaki büyük parkta onlarca masada sabahın köründen gece yarısına kadar devam eden domino müsabakaları. Dörderli beşerli altışarlı, masaların üzerine mukavva kutularına serilmiş, üzerinde soluk soluya domino oynuyor orta yaşlı amcalar. Fotoğraf çekilmesine de – nedense – şiddetle karşı çıkıyorlar.
Kahvaltı sonrası Montenegro’ya yani Karadağ’a doğru yola çıkıyor Anadolu Mektebi gençliği. Başı dik dağların eteklerinde Adriyatik Denizi’ndeki enfes koyları ile adeta bir yeryüzü cenneti durumundaki Karadağ’da ilk durağımız Bar şehri.
Bar Kalesi ve çevresi tam bir tarihi zenginlik yumağı. Hediyelik eşya satıcılarıyla dolu şirin dükkânlar arasından geçip kaleye çıkıyoruz. 2.500 yıllık zeytin ağaçları arasında 2.500 yıllık bir kadim kale burası. Kendinizi başka bir yüzyılda, tarihin koynunda hissediyorsunuz. Gerek kalenin girişindeki tarihi ögelerle dolu atmosfer, gerekse kaledeki tarihi eserler arasındaki zeytin ağaçları yeni şehir ve koy görünümü gerçekten harika. 1878’de Osmanlı Ordusu’nun komutanı Bar Valisi İbrahim Paşa’nın kaleyi olağanüstü başarıyla koruduğunu ancak düşmanların 250 kilo patlayıcı ile su sarnıcını parçaladıktan sonra susuzluk sebebiyle ordumuzun teslim olduğu kale işte bu Bar Kalesi.
Kale kapısının hemen karşısındaki Ömer Başiç Camii (yapılışı 1643) çok şık çok estetik çok sevimli bir cami. Bir tekkeden arta kalan bir cami. Avlusundaki (haziresindeki) mezarlar ve tekke/türbesinden anlaşıldığı üzere burası eski bir Türkmen tekkesi. 1600’lerden kalma. Ecdadın ayak izlerini takip ederek Karadağ’ın Budva şehrine doğru yola çıkıyoruz.
Enfes koylarla adeta saklambaç oynaya oynaya ilerlerken, biz sürpriz bekliyor bizi. Svetli Stefan Adası, bir masal bir rüya bir hayal görümü sergiliyor zihinlerde. Durup fotoğraf molası veriyoruz. Sivil mimarisi özgün konakları, ünlülerin geceliği 1.000 dolardan konakladığı söylenen butik otelleri ile bir masal diyarı ada.
Montenegro’nun (Karadağ’ın) bir başka liman şehri, tarihi kendi Budva’da şimdi Anadolu Mektebi gençliği. Budva doğal güzellikle tarihin vuslata erdiği bir masal kent. Kalesi sahilde. Tatlı bir koyun kıyısında güzel kale. Daracık sokaklarda değil de sanki Ortaçağ’da hissediyorsunuz kendinizi. Kayboluyorsunuz adeta geçmişin dehlizlerinde. Bir ara Türkçe bir ses duyuyor, yaklaşıyorsunuz. Bir Türk lokantası burası. Türk çayı yudumlamanın, Çökertme kebabı taam eylemenin anlatılmaz tadına varıyorsunuz Budva Kalesi’nde. Unutmadan, Budva Kalesi’ndeki işyerlerinin en az otuz- kırkının Türkiye’den gelenlerce işletildiğini öğreniyor, mutlu oluyorsunuz. Yolumuz artık Alialand’a yani Bosna Hersek’e.
Akşama Bosna Hersek’in Trebinya’sında konaklıyoruz.
Sabah bizi güzeller güzeli bir Türk köyü karşılıyor: Poçitelli. Baskılar, zulümler, katliamlar, göçler, acılar… Tabii artık tek bir Türk kalmamış. Müslüman köyü ama. Müslüman Boşnaklar yaşıyormuş köyde, şükür. Dik bir yamaçta birbirini kapatmayan Safranbolu’daymışsınız izlenimi veren güzelim evler, aşağıda gerdanlık gibi çevreyi süsleyen Neretva Nehri ve iç açıcı zarif minareli köy camii. Köy dediysek küçük bir Anadolu ilçesi büyüklüğünde yine de. En az bin nüfuslu. Kalesinden aşağıya manzaraya bakmaya doyamıyorsunuz. Ha unutmadan; burada çatılar çevredeki taşlardan yapılmış. Kiremit yerine, kiremitten biraz daha kalın taşlar kullanılmış. Doğadaki tabii malzemeden yararlanma adına harika bir fikir ve uygulama.
Artık Blagay Tekkesi’ndeyiz. Ev sahibimiz Yesevi’nin halifesi, bütün bir Rumeli’nin Müslümanlaşmasının temel kişisi Sarı Saltuk. Poçitelli’den Mostar’a doğru yol alırken sağda, yerleşim merkezinden on iki kilometre önce. Bir derenin su kaynağının yanında.
Sarı Saltuk kucaklıyor bizi, sarıp sarmalıyor. Ahşap mimarili iki konaktan oluşuyor tekke. Zarif, hoş, sımsıcak, alıp götürüyor ruhunuzu bir yerlere. Tipik bir Türkmen tekkesi: Horasan’dasınız, Taşkent’tesiniz, Erzurum’dasınız, Konya’dasınız, Ankara’dasınız, Eskişehir’desiniz, Bilecik’tesiniz, Akhisar’dasınız, Göynük’tesiniz. Öylesine bizden, öylesine bizimle, öylesine bizim. Başta Sarı Saltuk ve yakın arkadaşları olmak üzere, Urumeli’yi bize tavattun eyleyen (vatanlaştıran) bütün büyüklerin isimsiz kahramanların ruhlarına minnet ve şükran duyguları içerisinde Fatihalar gönderiyoruz.
Blagay / Sarı Saltuk Tekkesi’nin altındaki su kaynağı kıyısında Türk çayı yudumluyoruz. Yudumladığımız Türk çayı mıdır, huzur mutluluk onur ecdada vefa ve saygı mıdır. Karışık duygular içerisindeyiz.
Artık güzergâhımızda Mostar var. Mostar, hani şu Rumeli’nin gerdanlığı Mostar, Rumeli’nin mücevher kutusu Mostar. Blagay Tekkesi’nden Mostar’a yaklaşırken solda şimdilerde işlemez hâldeki Mostar Askeri Havaalanı’nı görüyoruz. Az ileride de eski bir traktör fabrikasını. İster istemez yirmi beş sene öncesi geliyor aklımıza. Haber ajanslarına düşen “Sırp uçakları Mostar yakınlarındaki bir traktör fabrikasını bombaladı’ haberi üzerine merhum Necmettin Erbakan Hoca’nın hıçkırıklara boğuluşunu. Zira merhum – daha sonra “parti hesaplarında bir trilyon açık var’ iddiasıyla, hesabını veremediği bu para nedeniyle hapis yatacaktır – buradaki traktör fabrikasını, Alia ile birlikte, silah fabrikasına dönüştürerek biçare Boşnaklara teknik destek sağlamış… Nihayetinde Sırplar bunu öğrenip fabrikayı bombalayınca da ‘hıçkırık vakası’ vuku bulmuş. Grubumuzdan Atilla Öğretmen, bu olayı anlatıyor ve Alia’nın bir sözünü hatırlatıyor ve iki büyük yönetici Erbakan ve Alia’ya Fatihalar gönderiyoruz: “Tabuta konmuş da olsa toprağa gömülmediği sürece Türkler güvencemizdir.” Buradan da bir kere daha anlıyoruz ki, üç yüz bin Müslüman’ın hunharca katledildiği Boşnak-Sırp Savaşı’nda Türkiye, nice görünür görünmez, bilinir bilinmez yardımlarda bulunmuş Boşnaklara. “Türkiye sadece Türkiye’den ibaret değildir!” sözünün bir vecize olduğu kadar bir hakikat de olduğuna şahit oluyor Anadolu Mektebi gençliği.
Artık hüzünlü akan Neretva, hicranlı bakan Mostar Köprüsü’ndeyiz.
Küçük bir bilgi aktaralım size: Bosna Hersek 14 kantonla yönetiliyor. Türkçesi şu: 14 tane başbakanı var Bosna’nın. Dört bine yakın da milletvekili. Üç de cumhurbaşkanı var, birlikte yönetiyorlar Bosna’yı. Mostar Kantonunun başkenti Mostar şehriymiş. Neretva Nehri ayırıyor yüz bin nüfuslu şehri ikiye. Bir taraf Katolik Hırvatların, diğer taraf Sünnî – Hanefi Müslümanlardan oluşuyormuş. Sırplar Ortodoks Hıristiyan oldukları için aynı dili konuştukları Hırvatlara da düşmanlarmış ve savaşta onlara da çok katliam ve yıkım yaşatmışlar. Mostar Köprüsü toplarla yıkıldığında aslında iki dünyayı, iki dini, iki tarihi, insanlığı, komşuluğu, kardeşliği de yıkıp viran eylemişler. Köprü, aslına benzer şekilde yeniden inşa edilmiş şimdilerde de insanın içine umut doluyor gelecek adına, dün adına da teselli buluyoruz.
Büyük sadrazam (başbakan) Sokollu Mehmet Paşa’nın ruznamecisi Koski Mehmet Paşa tarafından 1618’de yaptırılan Mostar şehrinde İslâm’ın adeta simgesi hükmündeki Koski Camii karşılıyor heyetimizi. Ağustos sıcağında tarihi şadırvanda yüzlerimizi, camiin ruhani şadırvanında ise gönüllerimizi serinletiyoruz. Sonra Osmanlı çarşısından köprüye doğru yürüyoruz. Adeta İstanbul’da Kapalıçarşı’dayız, yahut İzmir Konak, Ankara Hamamönü, Bursa Ulucami çevresindeyiz. Öylesine bizden görüntüler yüzler gözler. Anadolu’dan iki farkı, esnafları daha açık benizli Müslüman Boşnaklar ve Türkçe yerine Boşnakça konuşuyorlar. Kumaş satan bir esnafa “Selamün Aleyküm” diyoruz. “Aleyküm Selam” diyor güler yüzlü kırk yaşlarındaki bayan satıcı. Türkçe bilmiyor doğal olarak. “İstanbul, Türkiye?” diyorum, gözlerinin içi gülüyor satıcı Selma Hanım’ın. “Istanbuuul bitıfıl, Türkiyeee bitıfılll” (İstanbul güzel, Türkiye güzel”) diye cevaplıyor. Çıkartmalar, magnetler, yöresel figürlü tişörtler çok revaçta. Bir de Mostar manzara resimleri. Sokak ressamları üretiyor gözümüzün önünde yeni resimleri. Ve müthiş bir kalabalık dikkatimizi çekiyor. Bolca Japon turist de.
Her tarafı büyülü bir tarihi atmosferle kuşatılmış 99 adımlık Mostar Köprü’sünde yürümek inanılmaz güzel bir duygu. Yaşamalı her insan bunu bu dünyada… Sonra aşağıya Neretva kıyısına inip soluklanıyoruz. Nehir kıyısından köprü inanılmaz estetik görünüyor. Fotoğrafçılar için bulunmaz nimet burası. Ecdadımızın Avrupa’nın ortalarında yaptığı eserler açısından da inanılmaz gurur verici.
Koski Mehmet Paşa Camii’ne el sallayarak veda ediyoruz Mostar’a, o da minareden el sallıyor bizlere ve kısık sesle de olsa bir sada duyuyoruz: “Yine gelin, bizi buralarda yalnız bırakmayın!”
Artık güzergahımızda Alialand’ın başkenti Sarayevo var.