“Türkiye ve Balkanlar: Tehdit Değil, İstikrar Unsuru”

Tarihçi – emekli diplomat, araştırmacı ve yazar Salim Kadri Kerimi’nin “Türkiye Ve Balkanlar: Tehdit Değil, İstikrar Unsuru” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz.

Türkiye’nin Balkanlar’daki varlığı, tarihsel bir sorumluluk ve bölgesel denge unsuru olarak görülmelidir.

Son haftalarda Balkan bölgesinde, özellikle Sırbistan ve Karadağ kamuoyunda, Türkiye’nin bölgedeki rolü yeniden tartışma konusu haline geldi. Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić ve bazı Sırp ile Karadağlı analistler, Türkiye’yi “Batı Balkanların istikrarını istemeyen ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma hayali kuran bir ülke” olarak nitelendirdiler. Bu iddiaların gerekçesi olarak ise Kosova’ya Türk yapımı insansız hava araçlarının teslim edilmesi ve Podgorica’da bir Türk ile bir Azerbaycan vatandaşının karıştığı iddia edilen kavga gösterildi. Ancak Karadağ Yüksek Mahkemesi, delil yetersizliği nedeniyle her iki kişiyi de serbest bıraktı.

Yugoslavya–Türkiye ilişkilerini uzun yıllardır inceleyen bir araştırmacı olarak, bu tür iddiaların hem temelsiz hem de kötü niyetli olduğunu belirtmek isterim. Türkiye’nin Balkanlar’daki varlığı ve politikası, tarihsel gerçekler ve mantıksal bağlam içinde değerlendirilmelidir; duygusal tepkiler ve siyasî önyargılarla değil.

Gerçek şu ki, II. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye ile Yugoslavya, farklı ideolojik bloklarda yer almalarına rağmen, uzun yıllar boyunca istikrarlı ve pragmatik ilişkiler sürdürmüşlerdir. NATO üyesi Türkiye ile Bağlantısızlar Hareketi’nin lideri Yugoslavya, bölgesel barış ve istikrarın önemini her zaman kavramış ve barış içinde bir arada yaşamayı esas almıştır. 1953–1954 yıllarında Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanan kısa ömürlü fakat anlamlı “Balkan Paktı”, diplomasi yoluyla bölgesel denge kurma iradesinin açık bir göstergesidir.

Ekonomik ve kültürel işbirliği, diplomatik temaslar ve karşılıklı ziyaretler, Türk dış politikasının yapıcı karakterini pekiştirmiştir. Türkiye hiçbir dönemde Yugoslavya’ya veya diğer ülkelere karşı toprak ya da hegemonya hedefi gütmemiştir.

Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Türkiye, dış politikasını yeni jeopolitik gerçekliğe ayarlamış, yeni kurulan devletleri tanımış ve özellikle Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya’da istikrarın sağlanması yönünde aktif rol üstlenmiştir. Türkiye, bölge ülkeleriyle diyalog ve işbirliğini güçlendirerek barışın, kalkınmanın ve bölgesel entegrasyonun destekçisi olmuştur. 86 milyon nüfusu, gelişmiş ekonomisi ve güçlü ordusuyla Türkiye Cumhuriyeti bugün Balkanlar’da bir tehdit değil, istikrarın teminatıdır.

Türkiye’nin Balkanlar’daki varlığı “neo-Osmanlıcılık” olarak tanımlanmaya çalışılsa da bu kavram, çoğu zaman siyasî manipülasyon amacıyla kullanılmaktadır. Türkiye’nin dış politikası, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine dayanmaktadır. Türkiye dün olduğu gibi bugün de Balkanlar’da, Avrupa’da ve dünyada barış ve işbirliğinin garantörüdür.

TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Vakfı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türk özel sektörünün faaliyetleri; bir “hegemonya” aracı değil, çağdaş diplomasinin temel unsurlarından biri olan “yumuşak güç”ün ifadesidir. Bu projelerin tümü, ilgili Balkan ülkeleriyle yapılan anlaşmalara uygun biçimde yürütülmektedir.

Türkiye’nin “istikrarsızlık yaratmak” veya “Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak” istediği yönündeki iddialar hiçbir somut temele dayanmamaktadır. Aksine Türkiye, kapasitesi ve potansiyeliyle orantılı biçimde bölgesel işbirliğini, barışı ve güvenliği güçlendiren bir aktördür. Balkan ülkeleri açısından Türkiye bir rakip değil, güvenilir bir ortaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihî ve çağdaş deneyimi, onun Balkanlar’da ekonomik yatırımcı, diplomatik arabulucu ve güvenlik partneri olarak oynadığı yapıcı rolü açıkça göstermektedir. Bölgenin geleceği açısından, Türkiye’yi bir tehdit değil; barış, istikrar ve kalkınmanın anahtarı olarak görmek hem rasyonel hem de stratejik bir yaklaşımdır.

Son olarak, zaman zaman bazı Türk vatandaşlarının Balkan ülkelerinde karıştığı münferit olaylar, Türkiye’nin genel politikasına mal edilmemelidir. Bu tür durumlar, ülkeler arası işbirliğiyle çözülebilir. Ancak, son günlerde Podgoriça’da görülen Türklere yönelik yakışıksız sloganlar ve mülklerin yakılması gibi olaylar, sorumsuz ve kışkırtıcı eylemler olarak kesinlikle kınanmalıdır. Karadağ’da yasal olarak yaşayan ve çalışan Türk vatandaşlarının araçlarının ve mallarının yakılması, ne adaletle ne de insanlıkla bağdaşmaktadır.

Read Previous

Çorum’da “Balkanlar: Etnik, Beşerî ve Siyasi Yapılar Perspektifi” Başlıklı Konferans Düzenlendi

Read Next

Köprü Gençlik Okulu 2025 projesinde kapanış ve sertifika dağıtım töreni düzenlendi